Sayfalar

23 Nisan 2010 Cuma

Salata'ya Ne Oldu?

Kendi adıma çok yoğun günler geçiriyorum ve umarım pazartesi günü itibariyle bir rahatlığa kavuşacağım. Hem iş hem özel hayat açısından bir çok şey üst üste gelince, bir de bunlara bilgisayarımın bozulması eklenince tam anlamıyla Salatasız kaldım son 10 günde. Hayatımda o kadar önemli bir yeri var ki Çoban Salata'nın her gün bir yanım eksikmiş gibi hissettim. Aşırı ders yoğunluğu, bilirkişilik, hakemlik faaliyetleri zincirleme olarak yol alırken bilgisayarımın artık emeklilik sevdasına düşmüş olması bir çok işimi de aksattı haliyle. Komşunun, kuzenin, arkadaşların bilgisayarları ile idare etmek zorunda kaldım akşamları işleri yetiştirebilmek için. Yetmedi Üniversitedeki yeni binamıza acilen taşınmamız istenince her şey birbirine girdi. Yeni binada internet yok, evde bilgisayar yok, Cenk'te zaten vakit yok Salata kaynadı gitti arada. İtiraf ediyorum Salata'ya ayırabileceğim zamanlar vardı ama hepsini gönüllü olarak ve inanılmaz zevk alarak özelime, hayatımı siyah beyazdan tekrar renkliye çevirene, yaşamaktan keyif aldırana, yüzümü güldürene ayırdım, çok da iyi yaptım :)

Netice itibariyle Pazartesi gibi rayına tekrar oturur blog. Ozhano da bir cemiyete katılmak için Zonguldak'ta bu hafta sonu. Volkan zaten kayıp 1 var 38567 yok, hayırlısı bakalım, ben pazartesi kesin dönüş yapıyorum. Madem öyle sizlere ruh halimi yansıtan bir şiirle veda edeyim. Sağlıcakla kalın, bayramınız da kutlu olsun unutmadan!

Her sabah özlediğin bir dünyaya uyanmak
Tutkunu olduğun gölle selamlaşmak yeniden
Mavinin tonlarına anlamlar yüklemek
Balkona çıkıp burcu burcu aşkı çekmek içine
Tekrar tekrar şükretmek yaşadığın tüm acılara
Seni buraya getiren onlar, sebebini bulduran
Yaşamayı yeniden sevmek
Her nefesinden keyif almak

Hayat buymuş meğer...

17 Nisan 2010 Cumartesi

2 Messi Hatırası ve Uçup Giden

Adeta Messi ile yatar kalkar olmuştuk son dönemde. Maç varsa Barcelona maçı olsun, herkes topu Messi'ye atsın, Messi bizi futbola doyursun. Oldu canım! Oldu ama hakkaten. Artık Galatasaray, Fener hatta şike olayları üzerine konuşurken bile konu bir şekilde dönüyor dolaşıyor Messi'ye geliyordu. Ben kendi adıma öyle bir haldeydim ki TSL'den maç seyretmek zulüm gelmeye başlamıştı. Hatta bazı EPL maçları bile sıkar olmuştu. Yani her gün Barcelona maçı olsa 3 öğün Messi izlesek, hatta içimizde Messi çıksa, yetmedi fazla gelse de Messi kussak oldum adeta. O kadar Messiciydim artık anlayacağınız. Neyse uzun uzun anlatılır Messinin futbol kültüründe yarattığı değişiklikler ama 2 çarpıcı hatıram ve bir kaybım var artık Messiyle ilgili.

Bir kaç gün evvel fark ettiğiniz üzere içinde bulunduğumuz yoğunluk yüzünden hem ozhano hem ben yazamazken, günlük biraraya gelme seanslarımızdan birini yapıyorduk. Ozhano Barça maçını izleyip izlemediğimi sorunca dedim ki "Hocam ben bırakıyorum Digiturk'ü." Hayırdır hocam?" dedi ozhano cevaba bak çay demle yüz ifadesiyle. "Abicim ya Messi'yi izledikçe bir tuhaf oluyorum ben, bizim maçlardan tiksinti geldi, ayda 90 lira verilir mi bu rezilliğe. Koca sezon topu topu 3-4 üst düzey maç oluyor, topluyorsun Messinin 1 devrede verdiğini vermiyor!" dememle birlikte ozhanonun cevabı net oldu "Yok olmaz abi bırakmalı Messi futbolu. Yoksa ne futbol endüstrisi ne yayıncı ne de taraftar kalacak.". Dondum kaldım bir anda, haklıydı adam. 5 dakikalık derinlemesine tartışmadan sonra Messi'nin futbolu bırakmasının Dünya futbol endüstrisinin devamı için şart olduğuna karar verip lanetledik Messi'yi. Hatta neredeyse mektup yazıp bakkallık yapmasını önerecek ruh haline geldik ki, sonraki birkaç dakikayı hatırlamıyorum kendimizden geçercesine güldüğümüz için.

2. olay ise geçen Salı günü Düzce'de yaşandı. Babamlar ev değiştirmeye karar verdiler ve salı gecesi taşınacaklarından ben de Sakarya'dan kalkıp yardıma gittim, gece orada kaldım, kuzenle beraber ağır işleri bitirdik sabah 2,5'a kadar. Saat 1 gibi salondaki yemek masasının montajını yaparken futbol muhabbeti açıldı, konu her daim olduğu gibi önce Barcelona'ya sonra Messi'ye geldi. "Abi adamların oynadığı futbolun adı yok, karşılığı yok, hele o Messi nasıl bir insan, insan değil..." falan diye anlatrken kuzen Cihat ağabeyimin şu kurduğu cümleyle hayretler içinde kaldım "Ya herkes Messi Messi diye anlatıyor, bi nasip olmadı şu elemanın maçını seyretmek." Dondum, takıldım, şaşırdım, ağzım açık kaldı. Nasıl olabilirdi, yaklaşık 5 senedir ortalığın ağzına tükürmüş bu adamın tek bir maçını nasıl seyredemezdi hem de futbol aşığı bir insan. Ciddiydi, hiç denk gelmemiş, daha ziyade Real'in maçlarına rastlamış ama Barça maçlarını izleyememiş. Bir insan Messi'yi izlemeden ben nasıl futbolu seviyorum, futbol izliyorum diyebilirdi? O gece ozhanoya söylediğimi yapmaya kesin karar verdim, hatta işte o gece içimdeki futbol sevgisinin uçup gittiğini de hissettim. Bilmiyorum belki geçicidir ama önce Messi sonra Cihat ağabey beni perişan ettiler. Digiturk'ü de ay sonu iade ediyorum. Denk gelirsem sadece Messi maçlarını izleyecekmişim gibi bir his var içimde, ama belki de izlemem, bilmiyorum. Enteresan olanı ise bu 2 olayın insana olan sevgimi arttırması, kalbimde sanki artık daha çok yer var sevmek için.

Futbol aşkımı bitirdiğin için teşekkürler Messi, ama inan acilen futbolu bırakmalısın.

15 Nisan 2010 Perşembe

Play-Off Resimleri Çizildi

Az sonra bitecek olan Phoenix - Utah maçı sonrasında Play-off resmi her detayıyla çizilmiş olacak NBA'de, Batı'nın 3.sünü belirleyecek maçı Phoenix alacak gibi duruyor. Öte yandan hem Doğu'da hem Batı'da eşleşmeler belli oldu. Son 3 maçını alarak 8. sırayı Doğu'da Toronto'nun elinden kapan Bulls Cavs'in rakibi oldu. Sezon sonundaki çıkışlarıyla 3. olan Atlanta ve 7. olan Charlotte ise sürpriz takımlar dersek yalan olmaz. Görüntü Cavs - Orlando Konferans finaline işaret ediyor. Batı da ise Oklahoma ile eşleşen LA Lakers'ın tecrübesiz rakibine karşı avantajlı olduğunu, diğer muhtemel eşleşmelerin hiç birinde ise tahmin yapılamayacağını görüyoruz.3. ile 8. takım arasında sadece 3 galibiyet fark olması, takımların güç dengesini ortaya koyuyor. Belki de son play-off sezonunu yaşayan Spurs'ün Dallas'ı geçse bile daa ileri gidemeyeceği kanaatindeyim. Finalde Lakers'ın rakibi olarak Phoenix ihtimali üzerinde duruyorum kendi adıma.

Sonuç itibariyle resim şudur Play-off'ta:

Doğu

Cavs - Bulls
Magic - Bobcats
Hawks - Bucks
Celtics -Heat

Batı

Lakers - Thunder
Mavs - Spurs
Suns - T'Blazers
Nuggets - Jazz

Ekleme: Utah kendi sahasındaki Phoenix maçını kaybedince Denver'ın da altına inip 5. sırada kaldı. 1 maçla 3 takım yer değiştirmiş oldu. 3. Suns, 4. Nuggets, 5. Jazz oldu. İlk turda saha avantajı böylece Nuggets'ın eline geçti.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Tatlı Bir Hayaldi Play-Off

Biraz aşağıda Crucial Loss başlıklı gönderide bahsetmiştik Toronto'nun yaşaması muhtemel kriz ve kayıplarından. Dediğimiz oldu haliyle, beklenen gelişme buydu, doğal olanı, ötesi biraz hayalcilikti gerçekten, Toronto evinde Chicago'ya yenildi. Bu kayıp Chicago'yu çok avantajlı hale getirdi, aynı derecede kalsalar bile playoff Bulls'un olacak. Geriye kalan son 2 maçı Toronto'nun kazanması Bulls'un kaybetmesi gerek şimdi. O da mucizeye yakın bir ihtimal. Bulls evinde Boston'la oynadıktan sonra Charlotte deplasmanına gidecek. En azından iddiasız, yeri belli Charlotte'ı yeneceklerdir. Toronto ise dışarıda Detroit içeride Knicks ile karşılaşacak. Bosh olmadan onlar seviyesinde bir takım Toronto, rakipler amaçsız ve kendini göstermek isteyen oyuncularla dolu. Toronto play-offsuz bir yaz daha geçirecek, Chicago ise Cavs'in ateşi ile kavrulacak. Bu yaz bir çok değişikliğe gebe artık Kanada takımı, bu değişiklikler içinde Hidayet de olabilir. Sezonun en iyi hammaliyesini yapmış olsa da dün gece (19 ribaunt, 9 asist, 3 top çalma), bu sezon isteneni bir türlü veremedi skor anlamında Hidayet. Belki de biletini hazırlamıştır bile.

Artık Ben Yazıyorum bu Romanı

Şu hayatta 31. senemi yaşıyorum. Orta okul, lise sıralarında çok uzak bir hayal gibi gözüken yaşlarla dans ediyorum artık. Geriye dönüp baktığımda çok şey var yaşanmış. Geçen gün kısa bir sohbet esnasında işyerinden bir arkadaşım, sadece son bir kaç ayda yaşadıklarımın bir kısmını dinledikten sonra "Roman gibi hayatın" dedi. Oysa topu topu 15 dakikada kısacık birözet geçmiştim başıma gelenlerden. Söylediğinin ne kadar doğru olduğunu, sanki bir romanın kahramanı olduğumu da düşünmüyor değilim açıkçası. Bir film vardı onu hatırladım sonra "Stranger than Fiction". Yaşadığı hayatın bir romancı tarafından yazıldığını farkeden ve romanın sonunda yazar tarafından hayatına son verilmesine karar verilmiş bir adamın hikayesini anlatıyordu. İşte aynı o adam gibi hissediyorum şu anda.

Tek çocuğum ben. Tek çocuklarla ilgili genel yargının aksine çok dengeli bir ailede, fazla şımartılmadan, merhamet ve vicdani duyguların sorumluluk bilinciyle birleştiği bir ortamda büyüdüm. Sevgiye eşlik eden saygı oldu hep hayatımda, fedekarlık yapmayı öğrettiler, paylaşmayı öğrettiler büyüklerim bana, minnettarım, şükrediyorum, iyi ki onların ellerine doğdum. Lise çağlarıma kadar sıradan bir çocukluk geçirdim, sonra hem medeni cesaretim hem de çalışkanlığım ve kafama koyduğumu yapmamla sivrildim. İşin garibi o sivrilme esnasında başladı hayatımdaki olumsuzluklar. Her bir adım ileriye atışımda, sanki o yukarıda söylediğim yazar özellikle öyle yazıyormuş gibi en az bir olumsuzluk, bir engel çıktı karşıma. Vazgeçmedim hiç çabalamaktan. Aynı anda hem kısa hayatımın en gurur dolu günlerini yaşadım hem de yıkıcı. Lise, üniversite hep böyle geçti. Çok başarılı, sosyal, gurur duyulan bir genç ama içinde fırtınalar var gizliden. Hastalıklar, kazalar, ölümler, kayıplar, çöküşler, bitmek bilmez dertler, ama hep sabır. İşte en büyük hatayı o zaman yaptım. Hayatımda bir çok fırsat yakaladığım halde farklı bir senaryo için, yaşamak istediğim hayatı istedim hep. Ama her kimse o romancı bana bile bile, acımadan o hatayı yaptırdı. Düzeltebilirim sandım, değiştirebilirim sandım, hissettiklerimi başka şeylerle karıştırdım, karıştım. Ya da o yazar, o romancı olacak terbiyesiz öyle sanmamı istedi.

Sabır dolu seneler, mutlu olma ve etme çabaları, gülmeyen yüzler, tatmin olmayan ruhlar, hep daha fazlasını isteyen ama suçu başkasına atan insanlar. Dayandım, değişebileceğine inandırmaya çalıştım kendimi, sabrettim, dua ettim... Sonra bir gün yazar fikir değiştirdi, olmadı bu dedi, haketmiyorsun bunları, seni getirmek istediğim yer burası değildi, affet beni. Sihirli bir dokunuş gibi. İlk önce anlamadım, herşeyin daha kötüye gideceğini sandım, ne yapacağımı şaşırdım. Ama öyle bir olay örgüsü yarattı ki hayatımın onca senesini berbat eden romancı, öyle bir çekip aldı ki beni inanamadım. Sanki kabuk değiştirdim, başka bir adam oldum, bütün sıkıntılarımdan bir çırpıda sıyrılıverdim. Bütün duvarlar teker teker yıkıldı önümdeki. Bambaşka bir adam oldum, gerçek kendimi buldum, içimdeki o eski dertli ve sorunlu adam öldü, yerine ben bir kez daha doğdum, arınmış gibi, kutsanmış gibi...

Ne çok hasretim varmış, gözlerimin önündeki perde kalkınca şahit oldum. Ne kadar yalnızmışım, yalnızlığa zorlanmışım. Ailem başta tüm sevdiklerimle kucaklaştım, yeniden bütün olduk. Kaybettiğim dostlarım, içimde sızısı kalan arkadaşlarımla buluştum teker teker, ilk kez gibi, özlemle, tertemiz bir hasretle.

Sonra yazar sanki diyetini öder gibi bana yaşattıklarının, yetinmedi kendimi bulmamla, insanlarla yeniden kavuşmamla, hayatımın rayına oturmasıyla bir ışık yaktı. "Işığa bak!" Baktım. Çok parlaktı ama uzaktaydı. Vazgeçmedim bakmaktan, baktığım her an yaklaştığını gördüm, yaklaştıkça daha da netleşti görüntü. Işığın içinde bir yüz vardı. Tanıyordum bu yüzü ben, hep bir ışıltı görmüştüm bu yüzde ama seçememiştim gözümün önündeki o kalın perdelerden. Aslında ışığın ta kendisiymiş o yüz, sadece kendisini fark edene yol gösterirmiş. Tam karşısında durdum ışığın, uzun uzun baktım, alamadım gözlerimi. Hep de bir korku içimde ya yazar vazgeçerse yazdıklarından? Ben vazgeçmeyecektim, o yazmasa da ben yaşayacaktım. Başladım. Gülümsedim, gülümsedi, elimi uzattım, o da uzattı, sıkıca kavradım, yine o da. Sonra birden ışığın bana da geçtiğini hissettim, hiç bilmediğim bir duygu, hiç yaşamadığım, ilk kez yaşatılan. Rüya değil, hayal değil, bu sefer kurgu da değil. Kalemi aldım yazarın elinden, kendim yazmaya başladım hayatımı. En çok böylesi bir ışığa muhtaçtım. Yeni başladım yazmaya, aslında yeniden, bana yazdıransa ışığın ta kendisi, 31 senedir aradığım olduğunu yeni anladığım, ona kadar yaşanan her şeyin detay olduğunu keşfettiğim ışık...

9 Nisan 2010 Cuma

Tiyatro

Çok garip hatta acayiplik mertebesinde şeyler oluyor Türkiye'de. Öyle şeyler yaşıyor ki içinde bulunduğum camia sadece gülünür yaşananlara, yaşatılanlara. Allah'a emanet gidiyoruz, kervanları yolda düzüyoruz, her yanımız yama da yama, şerefli yalancılar sarmış etrafımızı. Ayrıntılı bir yazı gelecek 1-2 güne kadar, kirli çamaşırları bir dökelim, nerede hangi leke var, kim ne saçmış etrafa bir görelim ama değil mi? Susmayacağız bu sefer, bakalım kim hancı kim yolcu, kim öle kim kala. Müsadenizle çekiliyorum sahneden, zaten oynanan bir oyun var, kirlenmesin üzerim.

Vefat ve Teşekkür

Ömrünü enayilik derecesinde fedakarca ve hep başkalarını düşünerek geçirmiş olan Sevgili kardeşimiz eski Cenk'ten kalan son parça dün gece vefat etmiştir. Ezan saati beklemeden hatta yıkamadan eski Cenk'in naaşı yakılarak kül edilmiştir ki bir daha kimse bulamasın. Küllerin serpildiği yer bile muammadır, öyle kalacaktır.

Son bir kaç aydır filizlenmekte olan yeni Cenk ise dün geceki veda ritüelinden sonra yarıda kalan hayata güzelliklere sahip çıkarak devam etmek üzere iştirak etmiştir. Eski Cenk'in vefatında ve yeni Cenk'in filizlenip boy atmasında emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler boynumuzun borcudur.

8 Nisan 2010 Perşembe

Kem Göz Değmesi

Yeniden ilk 5'e döndüğü ilk maça fırtına gibi başlamışken bu sabaha karşı Hidayet de tıpkı Chris Bosh gibi sakatlandı. Yüzüne aldığı kafa darbesiyle sakatlanan milli basketbolcumuz acilen hastaneye kaldırıldı. Onun da yüzündeki bir kemikte kırık şüphesi var. Boston da iyice eksik kalan Toronto'yu Finley'in etkili oyunu ile mağlup etti. Bosh gitti, Hidayet gitti, Toronto'nun sonu pek hayır gözükmüyor, Bulls önemli bir fırsat yakaladı tekrar. Şifalar diliyoruz tüm sakatlara, keşke hiç sakatlık olmasa da seyir zevki hep tavana vursa.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Crucial Loss

Crucial Hukuk dilinde "Sonucu belirleyecek derecede önemli" anlamına gelen, Amerikalıların sıklıkla kullandığı bir kelimedir. Özellikle spor sayfalarında ya da TV'de "Crucial" ile başlayan bir haber görmüşseniz bilin ki çok önemli bir oyuncu sakatlanmış ve takımı o olmadan yapabilecekleri sınırlı olan bir takımdır. Şu son günlerde 2 kez manşetlere çıktı Crucial kelimesi. Birinde Milwaukee'de şok yaşanırken diğerinde Toronto neredeyse gözyaşlarına boğuldu. Seneler sonra play-off'u bileğinin hakkıyla hem de 5. sıradan yapan Bucks bir anda en önemli silahını kaybetti. Andrew Bogut artistlik yapayım derken kırdı elini ve ameliyat oldu. En çabuk dönüş süresi ise 6 hafta parkelere. O varken Bucks muhtemel 4. Atlanta'ya ya da belki Boston'a bile diş geçirebilir, en azından rakibiyle kavgaya tutuşabilirdi. Ancak Bogutsuz bir Bucks domatessiz, yağsız, sirkesiz bir Çoban Salata gibi. Toronto'da ise takımın yarısı olan adam Chris Bosh'un üst çene kemiğinin sağ tarafı ile burnu arasındaki kemik kırıldı Cavs maçında Jamison'ın darbesiyle. Bir anda kanlar içinde yerde kalan Bosh taraflı tarafsız herkesi korkuttu. Ne zaman geri döner, maskeyle oynayabilir mi bilinmez ama bu gece sahada olmayacağı kesin yıldız oyuncunun. Hem de Bulls'la aralarında sadece 1 galibiyet fark varken, hem de takımın içi bu denli çorba olmuşken.

"Sonucu belirleyecek derecede önemli kayıp" Boguttur, Boshtur. Bucks 4-0'la elenirse, Raptors 9. olup play-off'a kalamazsa bakılacak ilk adres, üzerine anlam yüklenecek ilk olaydır bu sakatlıklar.

Messi Aşkı

Köşeye Sıkıştırmak Dedikleri Bu Olsa Gerek

Quartet God

Dörtlü demek quartet, dördü bir arada yani. Futbolda çok fazla karşılaşılan bir olay değildir aynı maçta bir futbolcunun 4 gol birden atması. O adam senelerce unutulmaz, o maç hep anlatılı durur. Ama aynı futbolcunun aynı sezonda 2 ayrı maçta birden 4 gol atması efsane de değildir artık. Ancak mitolojideki yarı insan yarı tanrılar başarabilir bunu. Futbolun tanrısı bu adam, top onun kölesi adeta. O buyurur ve olur. Bir çok santrafor sezonda 8 golü geçemezken o 2 maçta beceriyor bunu. Emsalleri sakatlıktan belini doğrultamazken senelerdir neredeyse sakatlık yüzünden maç kaçırdığını hatırlamıyoruz Messi'nin. Her maça kazanmak çin çıkıyor, didiniyor, zaman zaman yarı insan kısmı çıkıyor öne, sinirleniyor ama futbolun tanrısı rolüne büründüğünde ben şükrediyorum onu izleyebildiğime. Ne kadar çok rezalet yaşanıyor olsa da ülkemizde futbol adına, buradaki futbolu bile seyretme sebebim haline geliyor bu adam. O bir mucize ve biz mucizeye tanıklık edenleriz dostlar, keyfini sürün.

6 Nisan 2010 Salı

Kaçı Başarabilecek?

Turkcell Süper Lig'de 18 takım var. 18 takımın başında bu sezon kaç hocanın görev yaptığını ben şaşırdım, sayamadım. Bazı takımlar 3. teknik adamlarıyla devam ediyorlar yollarına, bazıları 2. isimlerdeler. Geçmiş senelerin aksine Gençlerbirliği, Gaziantep ve Eskişehir çok önemli sabır göstererek sahip çıktılar hocalarına. Peki en azından bu sezonluk sahip çıkılan adamlar gelecek sezon aynı koltklarda oturabilecekler mi? Örneğin Antep'te Coucerio, Gençler'de Doll takım üstüste 3-4 mağlubiyet alıp düşme potasına yaklaşsa gelecek sezon oralarda olabilecekler mi? Denizli'nin devam edip etmeyeceği, Rijkaard'ın halinin ne olacağı, Daum'la Aziz Başkan'ın sonlarının nereye varacağı belli değil bugün. Şu koca ligde Şenol Güneş, Abdullah Avcı ve Ertuğrul Sağlam'ı aynı koltuklarda göreceğimiz kesin sadece.

Ne kadar yazık, ne kadar acı bir durum aslında bu. Devamlılık adına atılan adımların çoğu yalancı, verilen sözlerin bir çoğu bomboş,  mesnetsiz. Kadrolara baksan her sezon her takımda onlarca transfer, devamlı değişen kadrolar, değişen oyuncular. Bu devri daimin içinde dikiş tutturmaya çalışan antrenörler. Bir sezonda 2 teknik direktör kısıtlaması yapmadan, sözleşme adaletini sağlamadan, tazminatlar yalan olurken, her hafta yeni bir hoca harcanırken nereye gider Türk Futbolu?

Kaçı Başarabilecek? Kaçı gelecek sene başka bir gurbete göçmeyecek? Kaçı kurduğu kadroyu bir yerlere getirebilmenin, altyapıdan oyuncu çıkarmanın, 3-5 senelik planlar yapmanın hazzını tadabilecek? Gerçekten kaçı?

4 Nisan 2010 Pazar

Erman Özgür

Kıymetini bilemedik biz bu çocuğun. Hep yeni Sergen olarak görmüştüm onu, inanılmaz bir potansiyeli vardı. Trabzonspor'a transferine çok sevinmiştim. Kıvrak bilekleri, milimetrik pasları, Sergen'e göre çok daha fazla koşuyor olması, savunmayı da ihmal etmemesi onu benim için geleceğin yıldızı çervesine koyduğum resim haline getirmişti. Ama ne oldu, maya neden tutmadı, Erman Trabzon ve sonrasında neden yer bulamadı kendine İstanbul takımlarında çözemedim. 32 yaşını bitirmiş, yavaş yavaş futbolunun sonlarına yaklaşırken yeteneklerini cömertlikle sergilemeye devam ediyor halbuki. Jorginho ile girdikleri verkaç, o verkaç öncesi top hakimiyeti, sonrası bel kıran pasları nasıl oluyor da hala atabiliyor? Normal şartlarda kaybolup gitmeliydi Erman ama pes etmemiş hala sergiliyor yeteneklerini. Bugün Yusuf Şimşek Beşiktaş'ta hala alternatif olabiliyorsa Erman 3 büyüklerin her birinin orta sahasına 2 kere alternatif olmaz mı? Ağlayan Galatasaray orta sahası kahkaha atar onunla. Zaman içinde savunma yapmayı da öğrenmiş bir Erman ne Sarp bırakır ne Barış Galatasaray'da ama senelerdir nerelerdeydin be Erman, niye hiç çıkarmadın sesini, niye demedin "ben de varım" diye?

Haftalar Sonra Haftasonu

Farkındasınızdır bu hafta sonu hiç birimiz bir şeyler yazmadık Salata'ya. Volkan'ı bilemiyorum da biz Açık Öğretim Sınavları'nda görevliydik. Engelli Salonlarında 4 seans boyunca görme ya da fiziksel engeli olan öğrenci arkadaşlara yardımcı olmaya çalıştık. Ben yaklaşık 7 senedir yapıyorum bunu, ozhano da yanılmıyorsam 3. senesine başladı. Engellerine rağmen okumak, diploma sahibi olmak, işe girebilmek, hiç bir şey yapamasalar da mezun olduktan sonra vakitlerini boşa harcamadıklarını hissedebilmek için azimle çalışanları görünce çok önemli dersler alıyor insan hayata dair. Gerçi ben 7 senedir çok etkileniyor ve biliyor olsam da bunu, her seferi bir kez daha duygulandırıyor, kendimi sorgulamama neden oluyor. Acaba kendime hak ettiğim saygıyı gösterebiliyor, kendi kıymetimi, sağlığımın, elindekilerin değerini bilebiliyor muyum diye soruyorum, bir iç hesaplaşma yaşıyorum. Bu sene ilk kez bu soruların cevabı tam anlamıyla tatmin etti beni. İlk kez, sonunda doğru düzgün cevaplar verebildim kendime, çok mutlu oldum. Çok yorucu olsa da hafta sonu çalışmak, cumartesi-pazar sabahın yedisinde kalkıp işe gitmek ve akşama kadar işte ama kendi odanda olmamak, çok keyif aldım bu haftasonu yaşadıklarımdan.

Kendime verdiğim cevaplardan aldığım mutluluktan daha önce başladı aslında haftasonu keyfi benim için. "Cuma gecesi itirafları" diye roman yazsan satacak cinsten içeriğe sahip muhteşem bir sohbet ve paylaşım yaşadım. Sadece 1 saat 45 dakika uyudum o keyifli ve eşsiz sohbetten sonra ama zıpkın gibi kalktım yataktan, yaydan fırlamış ok gibi başladım güne. O kadar uyku yetti bana bütün gün, sınavlarda hiç zorluk çekmedim, gram uykum gelmedi, her açıdan verimliydim çalışırken. Sonra içimde kalmış olan bir arzumu yerine getirmek için kendime verdiğim söze uydum ve yeniden dansa başladım. Salsa ve Bachata öğrenmeye başladım, ilk dersime girdim Cumartesi akşamı. Pazar günü de çok verimli bir sınav dönemi geçirdim ve iki okumalı sınav yaptım ama hiç yorulmadım. Ama bu iki çalışma gününün en güzel rengi öğlenleri yediğim yemekler, sınavlar sonrası paylaştığım mekanlardı. "İnsanın gönlünde yer tutmuşsa birileri onlarla yediğin dayak bile tatlı gelir" derdi rahmetli dedem. O kadar iş telaşının arasında insanın kanını kaynatıyor bu paylaşımlar, yaşadığını hissediyor, zevk alıyor nefes almaktan, huzurla doluyorsun. Gün içinde son derece sürpriz ve akademik kariyerim açısından son derece önemli bir de haber aldım, katlandı keyfim. Yetmedi; dansın, keyifli dakikaların, güzel insanların ve haberlerin verdiği hazzın yanında uzun zamandır ayrı kaldığım, ancak yaklaşık 10 gün önce tekrar buluşabildiğim, beni hiç tanımayan dostum Bryan Adams'la kucaklaştım yeniden. Çok özel anlardı. Üstelik bir de şarkı istedim ondan, o şarkıyı da armağan ettim üstelik!

Beni mutlu gördüğüne sevinen ve bunu da hissettiren arkadaşlarımla sohbetler ettim, iyi dilekler değiş tokuş ettim kalbimden, kalplerinden. ozhano oradaydı ihtiyaç duyduğumda, hızır gibi yetişti yine. Ailemle aldığım kararları, çıktığım yolları paylaştım, gördüğüm güleryüz ve inançtı bir kez daha. Hem gurur duydum hayatımdakilerle hem şükrettim. Haftalar sonra öyle bir haftasonu yaşadım ki hayat buymuş dedim!

Hiç olmadığım kadar mutlu, hiç olmadığım kadar genç, hiç olmadığım kadar enerji doluyum, yaşadıklarımın kıymetini biliyor, şükrediyorum.

2 Nisan 2010 Cuma

Yaşadığını Hissetmek Yeniden

Saat çalmadan uyanmak sabahları,
Kaçta yatarsan yat dinlenmiş olarak kalkabilmek,
Dimdik durabilmek her dakika,
Annem, babam diyebilmek yeniden doya doya,
Sarılabilmek dostuna hiç olmayan kardeşinmiş gibi,
Gülen gözlerde yansıdığını bilmek, 
Set kurmamak artık hayata, 
Sana uzanan eller olduğunu görmek,
Olduğun yere şükretmek huzur dolu bir kalple,
Mutluluk gözyaşlarını tatmak tam da tadını unutmuşken,
Erkek olduğunu yıllar sonra,
Yaşadığını hissetmek yeniden...

1 Nisan 2010 Perşembe

Rooney'i Hedef Almak

Ribery'nin üzerine basa basa söylediği laftı "Rooney'i durdurmalıyız.". Rooney'nin normal şartlar altında durdurulamayacağını daha 2. dakikada basit bir korner atışında biz de gördük onlar da. Geri kalan 88 dakika ise tam Soccernet'in başlığı gibiydi "Bayern Rooney'i Hedef aldı!". Demichelis çok uğraştı İngiliz'den parça almaya ama bu şeref oyuna sonradan giren Gomez'e nasip oldu. Rooney'nin normal şartlarda 1 ay boyunca sahaya çıkamayacağını söylüyor doktorlar. Ama biz biliyoruz ki daha 19 yaşında, hem de ayağında kırık varken sahaya çıkıp İngltere adına gol atma başarısı göstermiş bir adamdır Rooney. Serttir, inatçıdır, mücadeleden kaçmaz. Ve haftaya Salı günü o sahada olmasa bile onun işini yapacak ilk önce ruhu vardır United'ın. Tek bir adamın üstüne oynayan zihniyet eninde sonunda kaybedecektir. Ribery'nin söyledikleri çok çirkindi sözün özü, sonunda Pandora'nın kutusundan bu sakatlığın çıkması hiç iyi olmadı. Ribery benim gözümde bir kez daha değer kaybetti.

Tur hala Ferguson'un ellerinde...

Zlatan ve Futbol Aşkı

İnsanın morali yüksek olunca uykuda alacağı enerjiye çok da ihtiyacı kalmıyor haliyle. Yine öyle bir gecede Arsenal-Barcelona maçına takılmış buldum kendimi. İyi ki de bulmuşum arkadaş, şu maç kaçırılsa cidden yazık olurmuş. Müthiş keyifli futbolun ve pozisyonların su gibi aktığı bir maçtı Ama en önemlisi Zlatan Ibrahimovic'in futbola, Barcelona'ya tam anlamıyla döndüğünü ilan ettiği maç oldu. İlk devre çok önemli 2 pozisyonu Almunia'da eritse de Zlatan 2. yarıda müthişti. Inter'i lokomotif gibi çektiği zamanlardaki Zlatandı sahada, yeniden Ibrakadabra'ydı, yeniden göz alıcıydı. Arsenal de eşlik edince Barça ve Zlatan'a Emirates'te tam bir futbol şöleni sergilendi, ama ne şölen ama ne goller. Futbolu sevme nedeni bu Barcelona, bu Messi, bu Zlatan. Zamanında TRT2'de izleyip de aşık olduğumuz İngiltere Ligi'nin, cumartesi geceleri kaçak köçek izlediğimiz İspanya Ligi'nin bıraktığı etkiyi bırakıyor çocuklar üzerinde, onları futbola aşık ediyor.

Hoşgeldin Zlatan, ne iyi ettin de döndün!

31 Mart 2010 Çarşamba

Çoban Salata'nın Renkleri

Geçen hafta Özhan Başkan için karartmıştık Çoban Salata sayfalarını. Bugün normalde eski haline getirecektim ama elim gitmedi bir türlü, kıyamadım. Şu haline gözüm öyle alışmış ki anlatamam. Yazılar sanki karanlığın içinden sıyrılan ışık hüzmeleri gibi bembeyaz. Bir de son zamanlarda Allah nazardan saklasın işler yolunda gidince o beyaz satırlar siyah zeminde çok farklı gözüktü bana. En azından bir süre daha böyle kalmasını istiyorum Salata'nın. Fikri olanı dinlemeye de hazırız, eski halini beğenenler, renklere eleştiri getirecek olanlar varsa başımız üzerine...

Kaleci Diyince Hugo Lloris

Dün gece uyku tutmayınca Bayern maçı sonrası Lyon - Bordeaux maçını da izledim. Kendimi şanslı bir futbolsever olarak sayıyorum bu maçı izleyebildiğim için çünkü Hugo Lloris'in çok önemli oyununa şahit oldum. Lloris gerçekten muhteşem bir maç çıkardı. Daha önce de izlemiştim ama dün gece tam anlamıyla beyminde kendisine bir anı çizgisi edindi Lloris. Muhteşem reflekslere ve çok iyi zamanlamaya sahip genç Fransız. Yan topları alıyor, bire birde iyi, şutlara karşı çok iyi yer tutuyor, savunmasını devamlı konuşarak uyarıyor. Artık kaleci diyince aklıma gelecek ilk isimlerden biri Hugo Lloris. Frey'i harcayan Domenech'in Lloris'i görmesi için belki de son dönemdeki en büyük şansı Fransız Futbolunun.

Kahveyi Güzelleştiren...

Kahve yapmakta da iddialıyım tıpkı mutfakta da olduğum gibi. Bol köpüklü, kıvamında ve telveye boğmadan yaparım kahveyi. Hayatımda iki kez kahve içebildim oysa, birincisi kabus gibi geceye sebep olurken ikincisi lavaboda sonuçlandı denemelerimin. Peki nasıl oluyor da içemediğim, tadını bile doğru düzgün hatırlamadığım Türk kahvesini becerebiliyorum diye düşünürdüm hep. Bugün çözdüm o konuyu.

Bir türlü tutturamamıştım kıvamını, köpüğünü 2009'da kahvenin, ne yaparsam yapayım istediğim gibi olmuyordu. Ama bugün öğleyin yaptığım kahve tıpkı son bir kaç haftadır yaptığım gibi güzel oldu. Kahvenin nasıl olduğunu fincana koyarken anlıyorum, sanki "ben oldum" der gibi bir koku veriyor cezveden fincana dökülürken. O koku ne çekicidir, o koku ne cezbedicidir, ne kadar kadın kokar... Oldu gerçekten de, içenler de beğendiler, sağolsunlar güzel sözlerini eksik etmediler. Keyif aldım ben de haliyle...

Bu kahve tecrübesinden bana kalan ise yukarıdaki sorunun cevabı oldu. Kahveyi güzel yapan onu hazırlayan kişi değil tam aksine o kahvenin keyifle içildiği güzel dudaklar. Ki o güzel dudaklar güzel, güler yüzlü ve içten insanlara aitler muhakak, kahveyi içemesen de benim gibi o keyifli yüzleri seyreder, hayatın güzelliklerine bir kez daha şükredersin... Aynı kahveyi haz etmediğine 50 kere yapsan tutturamazsın, ama bugünkü kahve gibi güzel ellere verilecekse, hep yakalarsın kıvamını...

Spartacus: Blood and Sand

Spartacus 2010'un bana en güzel sürprizi oldu. Muhteşem bir dizi bu. Öylesine muhteşem bir senaryo, son derece güzel kurgulanmış bir hikaye, harika oyunculuklar ve görsel efektler içeriyor ki Spartacus: Blood and Sand tutkunu oluyorsunuz. O dönemi yaşamak, kendinizi orada hissetmek için mutlaka izlemelisiniz. Spartacus rolündeki Andy Whitfield bir Galli ve geçmişinde dişe dokunur hiç bir projede yer almamış tam anlamıyla sürpriz bir adam, mühendislik yaparken kazara modelliğe bulaşmış, oradan Avustralya'da bazı dizilerde ufak rollere geçip en sonunda Gabriel filmindeki rolüyle Spartacus'ü canlandırma şansını yakalamış, 74 doğumlu rolünün hakkını veren önemli bir yıldız olma yolunda yürüyen ciddi bir aktör. Onun en büyük rakibi Crixus rolünde ise Yeni Zelandalı Manu Bennett var. Bennett yaklaşık 20 senedir TV dizilerinde boy gösteren bir oyuncu. En önemli hatırladığımız rolü ise 30 Days of Night'taki Şerif yardımcısı Billy Kitka rolü. Spartacus dizisi her ikisi için de önemli birer çıkış oldu. Whitfield ilk sezon çekimlerini bitirir bitirmez The Clinic, Bennett ise Sinbad The Minotaur filminde başrol kaptı.

Dizi de bu iki sürpriz isim dışında tanıdık 2 isim daha var. En çok Mumya serisinden hafızalarda kalan John Hannah ve Savaşçı Prenses Xena olarak hatırladığımız Lucy Lawless. Her ikisi de oyunculuklarının doruklarına çıkıyorlar. Hannah hiç görmediğimiz derecede sinsi bir karakteri canlandırma işini çok iyi kotarırken, kadınların nasıl şeytanlar olabileceğini ise adeta Lawless'tan kurs görür gibi öğreniyoruz. 42 yaşındaki Lawless ayrıca dizide aşırı bir kendine güvenle cesurca sergilemekte vücudunu. Gerçi bu dizi için oldukça müstehçen sahneler içerdiğini de söylemek gerek. Dönemin ahlaksızlık sınırına ulaşmış ahlak anlayışını ve insanın - namusun ne derece değersiz olduğunun anlatılması açısından oldukça başarılı bir çalışma Spartacus: Blood and Sand. Sanırım hiç bir aklı başında kadın, soylulardan olsa bile, o dönemde yaşamak istemezdi. Dizinin diğer ağır topları Doctore rolündeki Peter Mensah, düzenbaz Ashur rolündeki Nick Tarabay ve General Glaber'ın eşi Ilithyia rolündeki korkunç sarışın Viva Bianca. Bianca'nın Lawless'tan çok daha cesur sahnelerde rol aldığını söylemek de şart.
 O Romalılarla birlikte savaşan Trakyalılar'ın en önemli savaşçısıdır ilk önce. Yine Romalılarla birlikte çıktıkları bir seferde düşmanlarının cephe gerisine, Trakya'ya sarkacağını hissedince Romalı generale baş kaldırır ve ordudan kaçarak köyüne döner. Köyü çoktan işgal edilmiştir ama o karısını kurtarmayı başarır. Ancak kabus bu dakikadan sonra başlayacaktır Trakyalı kahraman için. General Cladius Glaber intikam için onun peşine düşmüştür. Esir düşer, karısı köle olarak satılır. Artık canı pahasına savaşacak bir gladyatör olarak,sadece ve sadece karısını tekrar görebilmek amacıyla yaşayan bir ölüm makinesine dönüşür Trakyalı. Arena'da ilk kazandığı şeyse Trakyalı'nın ona ait olmayan ama onu bir efsaneye dönüştürecek adıdır: Spartacus!

30 Mart 2010 Salı

Akıl Tutulması

Manchester United'ın tek bir adamdan kurulu, onun sırtında taşıdığı bir takım olduğunu düşünen Ribery'nin geçirdiği rahatsızlıktır başlıktaki ifade. "Onu durdurabilirsek tur bize daha yakın" demiş zatı muhterem. Durdurun bakalım Rooney'i, hatta tamamen ona yoğunlaşıp adım attırmayın, bakalım skor ne yazacak tabelada.

Ekran görüntüsü Soccernet'ten

Mesajı Alan Adam: Hidayet

7 yıl sonra ilk kez sağlıklı olduğu ve giyindiği bir maçta Hidayet Miami'ye karşı koçu tarafından oynatılmamıştı. Toronto o maçı kaybederken Hidayet'e verilen mesaj belki de daha önemliydi mağlubiyetten. Bunca senelik kariyerinde Hidayet hakkında ilk kez hasta olduğu için oynamadığı maçın oynandığı saatlerde dışarıda bir eğlence mekanında görüldüğü dedikoduları ayyuka çıkmıştı. Gerçi herhangi bir fotoğrafla ispatlanmadı bu ama, Triano için dedikodusu bile yetmişti bu konunun. Chicago arkadan doludizgin gelirken Bobcats maçı çok önemliydi Toronto için. Triano'nun bu maçta Hidayet2i tekrar takıma alması bekleniyordu ama ilk beş açıklandığında yine ismi görülemedi Hidayet'in. İlk çeyreğin sonunda Triano kenara Hedo diye bağırdığında, cezasının bittiğini anlamış olduk. Senelerdir ilk kez bençten geldi Hidayet ve hiç sorun etmedi. Maçın sonunda Toronto'nun 4. çeyrek atağında takımını ilk kez öne geçiren üçlüğü soktu ve Toronto maçı bırakmadı o andan sonra. Yahoo'nun Game Recap'inden aldığım bölümü koyuyorum aşağıya. Hidayet bençten gelmek sorun değil benim için, takımın galip gelmesi için her şeyi yaparım diyor. Görünen o ki dersini ve gerekli mesajı almış Hidayet. Umarım hayal kırıklığına dönüşen sezonun sonunu güzel getirir. Gelecek maç sanırım ilk beşte görürürüz onu.

Turkoglu, who signed a five-year, $53 million free-agent deal with the Raptors in the offseason, was a healthy scratch for the first time in seven years Sunday in Miami. It came after he was spotted out on the town Friday night — hours after he missed a home loss to Denver with what was called a stomach virus.

Coach Jay Triano, asked before the game if he was concerned if Turkoglu would accept his indefinite role as a reserve replied, “Probably more readily than not playing at all.”

Turkoglu checked in with 1:50 left in the first quarter and hit two 3-pointers and a mid-range jumper in the first half, but was 0 for 3 in the second half before his 3 put Toronto ahead for good.

“If I’m going to start off on the bench, it doesn’t matter for me,” Turkoglu said. “Whenever I get a chance, I’m just going to try to do my job and help the team get a W.”

Arşivlik: Yapma Volkan Yapma!


                                     
                       Video: yapma volkan yapma                                                  Benzer: amatör, doldu, hocam, komik, spiker, matrak
              
Sevgili Türker'in blogu Desportivo'da gördüm bu videoyu. Gerçekten muhteşem. Arşivlik bir parça olduğu için paylaşmak istedim. Tekrar sağol Sevgili Türker.

29 Mart 2010 Pazartesi

Çoban Salata

Bu bloğun adını Çoban Salata seçmemdeki en büyük etken tabii ki Çoban Salata sevgimin ta kendisidir. O kadar seviyorum ki Çoban Salata'yı, her gün bıkmadan usanmadan yiyebilirim. Hazır az evvel çok önemli bir iş yükünden kurtulmuş ve çok güzel bir yüz görmüşken nicedir içimde kalan şu Çoban Salata tarifimi yapayım istedim. Çoban Salata'nın da tarifimi olur diyenlere su içmenin bile tarifini yapabilecek bir adam olduğumu söylemek isterim. Şu hayatta vazgeçemediğim 2. tattır su, ama Salata zamanı şimdi.

Benim için salatada en önemli nokta kullanılacak malzemelerin tazeliğinde. Malzemeler ne kadar taze olursa o kadar lezzetli bir Salata yapabilirsiniz, malzemenin yaşlandığı her gün salatanın tadından kaybettiğini bilmek önemli erdemdir salatayı hazırlayan için. O yüzden tavsiyem salata yapmak amaçlı alıyorsak malzemelerimizi, gerektiği kadar satın almak, fazlasını aldıysak, en fazla 3 gün sıfır derece bölmesinde bekletelim buzdolabında, ötesi Salata ihtişamından verilen ödündür.

Çoban Salata'da bir çokları bir çok farklı malzemeyi birarada kullanırlar ama benim için bir Çoban Salata'nın özü domates, salatalık, soğan üçlüsüdür. Bunlara ilave olarak kullanılacak yeşil ya da çarliston biber, maydanoz, dere otu v.b. eklentiler damak tadına göre değişir. Ben kendi adıma o öz üçlüyü birarada diğerlerini söğüş tercih edenlerdenim, sadece dereotu ile zaman zaman o alışkanlığı kırarım. Sarımsak da zaman zaman arzı endam eder o üçlünün yanında o günkü ruh halime göre ezilmiş ya da ince ince doğranmış şekilde, en az 2 diş olmalı ama onun tadını da almak istiyorsak (Çağrı'ya teşekkür hatırlatması için).

Çoban Salata'nın domatesi önemlidir. Bir kere o kışkırtıcı domates kokusunu alamıyorsak bilin ki Salata'ya 1-0 mağlup başlıyoruz. Ölçülü sertliğinin içinde sulu bir kıvama sahip olan kokulu salkım ya da normal fide domates salatanın tadına çok önemli katkı verir. Doğraması da çok önemlidir domatesi. Bir kere bıçağınız mutlaka iyi bilenmiş keskin bir bıçak olmalı. Körlenmiş bıçakla kesilmeye çalışıldığı anlaşılan domates hem yiyenin göz zevkini bozacak hem de ayırt edebilenlerin ağzında bir metal tadı bırakacaktır. O yüzden bıçağa dikkat diyelim bir kez daha. Çoban Salata'da en önemli ayrıntılardan birinin estetik görünüm olduğunu unutmadan doğramak gerekir domatesleri, öyle kocaman kocaman ya da mini minicik doğranmış domates Çoban Salata'nın ezgisini kaybettirir, makul bir büyüklük tutturmak gerekir doğrarken. Doğradıktan sonra doğrama esnasında sızan su asla ziyan edilmemelidir, mutlaka kabın içine katılmalıdır.

Salatalık Çoban Salata'nın diğer iddialı rengidir benim için. Ancak o koyu yeşil kıyafeti aykırılık yaratmaması için dekolteli kullanmak gerekir. Bütün kabuklarını soymaya kalkışmadan, onun yerine bir çizgili pijama deseni çıkartır gibi boyuna soymak salatalığı, doğrama sonrası kabuklu, kabuksuz ve kısmen kabuklu kısmen kabuksuz 3 farklı salatalık çeşidi ortaya çıkaracağı için görsel cümbüşe fena halde destek olacaktır. Tıpkı domateste olduğu gibi salatılıkta da parça boyutu önemlidir. Seçilen salatalığın en başta çok büyük, acuru andıran ya da kornişona yaklaşan küçüklükte olmayan bir salatalık olmasına dikkat ettiğimiz için orta boylu olarak kabul ettiğimiz salatalığı boyuna 3 parçaya bölmemiz gerekir evvela. Arkasından domates parçalarının boyutunu geçmeyecek büyüklükte ama çok da küçük olmayan parçalara, yine o yukarda bahsetiğimiz keskin bıçakla doğrarız salatalığı. Henüz 2 malzememizi doğramışken 4 farklı desen barındırır Salata.

En sonda işleyeceğimiz malzeme ise soğandır artık. Ben salatada mor ya da kırmızı soğana tutku derecesinde bağlı bir adamım. Tamam beyaz soğanı da severim ama Salata'daki o son ve farklı renk benim için koyu bir renk olmalı. Eğer has bir kırmızı soğan bulabilirseniz ısıra ısıra bile yiyebilirsiniz emin olun, o kadar tatlıdır. Mor soğan ise çoğu beyaz soğan gibi belli bir acı tada sahiptir. Mide rahatsızlıkları olanlarda olumsuz etki yapma ihtimaline karşı mor ve beyaz soğanları doğramadan önce ezerek yumuşatabilir ya da doğradıktan sonra su içerisinde sıkarak acılığını alabiliriz. Bunlar Salata'yı yiyecek olan topluluğun damak zevki ve sindirim sistemi sağlıklarına göre çeşitlenebilecek konular. Asıl soğanı nasıl doğramak gerekir? Klasik doğrama şekli hem restoranlarda, hem de büyüklerimizin evlerde yaptığı gibi küp küp doğramaktır. Eğer böyle doğranmış soğan favorinizse çok büyük küpler oluşturmamaya dikkat edin derim, yukarıda anlattığımız domates ve salatalık boyutları ölçü olmalıdır. Ancak ben küp küp doğrama yanlısı değilim. Her ne kadar daha uzun sürecek olsa da ortadan ikiye bölünmüşsoğanı ince ince ve hilal şeklinde seviyorum. Domates ve salatalığın köşeli şekillerine muhalefet edercesine eğimli bir yay görüntüsündeki (kırmızı) soğanın Salata'ya kattığı derinliğe hasta oluyorum. İtiraf edeyim hazırladıktan sonra bir süre izliyorum Çoban Salata'yı ve çok rahatlıyorum bu aykırılıkları bir arada huzur içinde kayık tabakta uzanırken izleyince.

Şimdi sıra Çoban Salata'nın en vurucu kısmında ki bu kısım o görsel şöleni bir festivale çeviren sıvı katkıların salataya eklendiği an. Önemli ayrıntı ise dileğe göre tuzun sıvılar eklenmeden salata üzerine sepilmiş olması. Böylece sıvılar eklenip salata karıştırıldığında tuz homojen bir şekilde nüfuz eder malzemelere. Çoban Salata'ya katılacak sıvılar limon, sirke, nar ekşisi, sıvı yağ dörtlüsü veya türevlerinden seçilmeli. Tabii ki bu benim damak zevkim. Beni Çoban Salata'da zevklerin doruğuna çıkaran üçlü balsamik sirke, nar ekşisi ve sızma zeytiyağıdır. Balsamik sirke kimilerinin dediği ya da isimlendirmeye çalıştığı şekilde bir sos değil tam aksine yer yüzünün en keskin sirkelerindendir. Ötesinde şarap sirkesidir balsamik, üzüm suyunun alkollenmeden önceki yoğun mayalanmış son sirke hali yani. Benim Balsamikte tercihim İtalya'nın Modena şehrinin sirkeleri. Kemal Kükrer de son dönemlerde ciddi atılım yapmış olsa da o tadı yakalayamadılar, Modena balsamiği benim için hala 1 numara. Balsamik sirkeye eşlik eden nar ekşisi sızma zeytinyağının o tarif edilemez natürelliği ile kucaklaştığında ortaya adını koyamadığınız bir bileşim çıkar. Bu bileşim taze domates, salatalık ve soğanla birleştiğinde kayık tabakta ortaya çıkan manzarayı anlatmak için görmek gerekir. İlk görenlerin tepkisi "Bu güzelim salatanın içindeki bu simsiyah şey de nedir Allah aşkına!" olsa bile bir çatal aldıktan sonra artık Çoban Salata onlar için yemeğe eşik eden formatından çıkıp yemeğin eşlik ettiği meta görüntüsüne bürünmüştür. Hele ki sıvı eklentilerimizi normal ölçünün biraz üzerinde kullandıysak o Salata'ya ardı ardına batırılan, çatallara takılı ekmekleri görmeniz kuvvetle muhtemeldir. Yemek sonunda tabakta kalan salata suyu ise paylaşılmaz bir ganimet halini alacaktır emin olun.

Eğer balsamik sirkeniz yoksa normal üzüm sirkesi kullanmak en doğru tercih olacaktır. Elma sirkesi bence Çoban Salata'yı bozuyor çünkü. Üzüm sirkesi diyince de mümkünse "Vefa" marka bulmaya çalışın derim, keza bunca senedir Çoban Salata'ya bu kadar çok yakışan bir sirke daha görmedim. Nar ekşisi de olmazsa olmaz değildir, eğer ilk kez kullanacaksınız pek bileni olmasa da bu taraflarda Adana'nın Bürücek markası hem hesaplı hem de çok lezzetlidir. Sızma zeytinyağı yoksa, ayçiçek yağı da kullanılabilir. Limon sevenler zaten sirkeyi falan hiç düşünmeden ortadan ikiye böleceklerdir limonlarını. Ancak minimum 2 farklı sıvı katkı şarttır Çoban Salata'ya. Yukarlarda dedim ya sıvıları eklemeden bile zaten Çoban Salata malzemeleriyle bir şölendir, sıvı katkılarla onu bir festivale çevirirsiniz.

Umarım bu satırları okuyan herkesin hayatı bundan sonra geçirdiği her gün en az bir şölen ama pek çok gün de festival tadında geçer.

El Bombalarına Üzülmek

Feci bir fotoğraf olmuş. 2 haftada takımı yakan 2 adam. Emre o acının anlamını biliyor, Franco'nun yanında kadim dost rolünde. Zor bir iş böylesi yıkımların altından kalkmak, gece nasıl uyur bu adamlar. Hata sadece onlarda mı diye düşünmeden edemiyor insan. Ne kadar kızsak da sabır diliyorum ikisine de, keza senelerce unutulmayacak bu iki mağlubiyet.

28 Mart 2010 Pazar

Defansif orta saha, tek yönlü orta sahadır! Uygar futbola aykırıdır!

Derbi sonrası aklımdan dökülenler...

Çok önce yazmışım. Bu iki adam Galatasaray'ın adamı değil gelmesin diye. (Bknz. Musatafa ve Leo Franco gelmesin.) İkisi de bir kez olsun bir halta yaramadı. "Büyük takımın kalecisi maç kurtarmalı" diye klişe bir laf vardır. Klişeler ne kadar canımı sıksa da bu büyük bir takımın kalecisinde olması gereken bir şey. Zaten maç boyu iki pozisyon geliyor. Onları da kurtaracaksın. (Bknz. Rüştü Beşiktaş-Eskişehir: 2-0 iken Mehmet Yılmaz'ın şutu) Leo Franco ile yollar kesinlikle gönderilmeli. Kale Aykut veya Ufuk'un olmalı.

(TV'de Rijkaard'ın basın toplantısı var) Rijkaard'a katılmamak elde değil. Gio Dos Santos ikinci yarının başındaki golü atsa takımın kazanmak için isteksiz olduğundan ve takımdaki konsantrasyon kaybından bahsedebilecek miydik. Servet'e de fena geçirdi. "Bir derbiden sonra Servet'in "Çok çalışmadık" demesi olabilecek en kötü şeydir."

Giovani, ilk yarı mükemmel bir oyun çıkardı. Fakat Arda'yı sola çekip Gio'yu, Jo'nun (sonra da Baros'un) arkasında oynatmak akıllıca değildi. Gio hızlı bindirmeleriyle ilk yarı Fener'in beklerini çokça yordu. Tehlikeler yarattı. Arda kanatta daha iyi olabilir ama ortada topu tutup, vücudunu koyarak, ara paslar atarak Keita ve Gio'yu kanatlarda koşturabilecek yeteneğe ve mentaliteye sahip. Gio ise tamamen bir kanat oyuncusu. Galatasaray'ın Aaron Lennon'ı olabilir.

(Rijkaard'ın basın toplantısı devam ediyor) "Arda çok oynamak istedi. Bence tam olarak iyileşmemişti. Ama hafta boyu çok oynamak istediğini söyledi. Bence iyi bir değişiklik olmadı. Çünkü sakatlığı oyununa yansıdı." O zaman almasaydın hocam...


Gelecek yıl için Haldun Üstünel'den ricam: Mustafa Sarp geldiği gibi gitsin. Mehmet Topal artık kendini geliştiremiyor. Talepleri varken gönderilsin. Barış'ı Almanya'ya falan gönderilsin. Ayhan da askerlikten yırtmak için İsveç'e, Yunanistan'a, Portekiz'e falan gitsin. Gaziantepspor'dan Murat Ceylan, Kayserispor'dan Abdullah Durak mutlaka takıma alınsın. Özer kaçtı bunlar kaçmasın. (Altay'dan Musa Çağıran zaten yolda)... Altyapıdaki Caner, Sinan, Cumhur ve Emre gibi oyuncular yer bulmaya başlasın.Yabancılardan da Elano Dünya Kupası kadrosuna çağrılırsa ki bu kuvettli bir ihtimal, (Dunga çok seviyor Elano'yu) kupa sonrası hemen gönderilsin. Jo takımda kalsa da olur gitse de ama Gio Dos Santos kesinlikle kalmalı. (Al sana yeni Ribery!) Yabancı oyuncu alınacaksa da, sırf yabancı diye, şu ligde bu ligde oynadı diye aman şu kadar milli olmuş diye yabancı alınmasın artık. Gözümüzü isimle değil oyunla boyayacak bir takım kurun. Rijkaard'a adam gibi takım verin lütfen... Gerçi şampiyonlar ligine gidemezsek yine bize kim gelir ki...

Böyle Saça Böyle Tarak

Bu lafın başka versiyonları da var ama terbiyem müsaade etmiyor söylemeye. Benim teklifim bundan sonraki Fener maçlarına A2 takımla çıkmak. Emirhan falan en az bu kadar kalecilik yapar, Berkinli Emreli Cem Sultanlı Anıllı hücum hattı en az bu kadar koşabilir sanırım. Hiç değilse mücadele ederler biraz, gözlerinde kazanma hırsını görürsünüz. Koca takımda sadece bir Okyanusyalıyı kendini hırpalarken görmek beni çok yıprattı. Sonuçta her saça uygun bir tarak var, bizimkisi de anlaşıldı ki Fenerbahçe. Tebrikler Daum'a da, adamdan saymadıkları Selçuk'a da, bütün sarı lacivertlilere de. Hak ettiler.

27 Mart 2010 Cumartesi

Beko Amerikan Basketbol Ligi

Arkadaş nedir bu rezalet Allah aşkına! Hangi ülkede yaşıyoruz, bu basketbol hangi sınırlar içinde kimler tarafından oynanıyor. Furkan Aldemir olmasa şu tabloya baktığınızda gördüğünüz şey NBA olmasa da NBDL istatistikleri gibi. Ben kaldıramıyorum artık bunu. Milli Takımın başındaki adam da yabancı, Türkiye'de hiç basketbol antrenörü olmadığı için, bir de kalkıp utanmadan soruyoruz "Milli Takım neden başarılı olamıyor?" diye. Asıl soru şu bence "Bu derece istila edilmişken, daha da ötesi kendi elimizle oyuncularımızın önünü tıkamışken, nasıl oluyor da Milli Takım bu kadar başarılı olabiliyor?". Aferin bize, Bravo Turgay Bey, mümkünse Türk oyuncu sayısını kısıtlayalım, yabancıyı serbest bırakalım, aynen devam!

Not: Ekran görüntüsü Turkbasket'ten araktır.

Stuff

Şu maskotu bir türlü yakıştıramadım çok sevdiğim Orlando Magic'e. Gerçi Disneyland'ın bulunduğu şehirde ne olacaktı maskot, Tarzan mı?