Sayfalar

25 Aralık 2008 Perşembe

Francis'ten Cacık Olur mu?

Houston Rockets'in sorunlu ve sakat yıldızı eski Magic'li Steve Francis 2009 oyuncu seçimleri 2.tur seçme hakkı ve nakit para karşılığında Memphis Grizzlies'e takas edildi. Yeni takımında diz sakatlığının durumun test etme, sağlıklı ise oynama fırsatı bulacak olan Francis'ten, şahsi kanaatim, artık bir cacık olmaz! Memphis'e tek katkısı sezon sonu bitecek olan kontratıdır.

Ben asıl Almanya'dayken kaçırdığım J-Rich takasına yanıyorum. Üzerine söylecek çok şeyim vardı, Bell ve Diaw'ın neler yapabileceğini uzun uzun konuşmak isterdim. Artık bayat bir konu, söyleyen söyleyeceğini söyledi, ileride takas sonrası bir Bobcats ve Suns değerlendirmesi yapar rahatlarız.

Acaba Francis'i oynatmak için kimin canını yakacaklar Memphis'te güncel soru bu?

Bu arada bu dönemd kaçırdığım Magic maçları da bir aksilik olmazsa hafta sonu değerlendirmede.

Şekilsiz Topun Peşinde...

Türkiye’deki eski adıyla Amerikan Futbolu yeni adıyla Korumalı Futbol’a ilgi her geçen gün giderek artıyor. Zamanında dönemin popüler özel kanalı HBB’de banttan yayınlanan maçları seyrederek sevdalanmıştık bu spora. Dev gibi (en azından öyle gözüken) adamların birbirlerine kafa göz yararcasına, acımasızca girmesi önce ilgimizi çekmişti. Günler geçtikçe aslında işin öyle olmadığını, o bol çizgili yeşil sahalarda yapılanın bir kavga değil, tam aksine bir satranç oyunun tezahürü olduğunu idrak ettik. Yapılan her koşunun, her bele sarılmanın, her adam indirişin çok yüce bir sebebi vardı. Bunu anladığımız gün daha bir içimize işledi o ilk başta şekilsiz gözüken topla oynanan oyun. O şekilsiz top aslında büyük generallerin komutasındaki gladyatörlerin elinde bir silaha dönüşen, eşsiz bir varlıktı.

Tam da içimize işlemişken bir anda kapanıverdi HBB, ayrı düştük, ama hiç unutmadık sevgiliyi. Ne zaman ki internet yaygınlaştı, işte o zaman depreşti içimizdeki volkan. Seneler boyu uzaktan seyrettik, artık boynumuza kadar içindeyiz.


90’ların başından beri, tıpkı “Beyaz Gölge” dizisinin basketbola aşkı doğurması gibi, HBB’nin Türkiye’de Amerikan Futbolu’na yaptığı tartışılamaz. Amatör ruhla çıkılan yolda 2005’te TBSF tarafından bir federasyon bünyesinde bir araya gelmek kuşkusuz çok çok büyük bir adım. Ancak geride kalan kısa süre içerisinde birkaç kez federasyon başkanı değişmesi bu sporun gelişimine ve tanıtılmasına büyük sekte vurdu. Daha emekleme aşamasında olan bir spor dalı ve ilgili kurulları için doğal olarak hemen mükemmelleşme beklenemez, ancak 3 senedir yaşananlar atılması gereken adımların çok yavaş atıldığını da ortaya koymuştur.


Amerikan Futbolu’nun hem dünyada hem de Türkiye’de temelini büyük oranda Üniversite öğrencileri oluşturmakta. Öyle ki aktif üniversite takımlarının sayısı kulüp takımlarından daha fazla konumda, bu sporla ilgilenip de bunu bilmeyen yoktur. Ancak geçen sene ilk kez ciddi anlamda lig organizasyonu yapılırken sanki Üniversite takımları olsa da olur olmasa da olur gibi bir yaklaşım sergilenmiş, gerek lig organizasyonu yapılırken gerekse gruplar ve fikstürler belirlenirken neredeyse hiçbir üniversiteye danışılmamış ve masa başında matbu evrak düzenlenir gibi sezon planı yapılmıştır. Aynı zamanda Kürek Federasyonu’nda Ulusal Hakem olarak görev yaptığım ve daha önce hem kürekte hem de diğer branşlarda birçok ulusal ve uluslararası müsabaka ve organizasyonda çeşitli kademelerde görev aldığım için gönül rahatlığı ile söyleyebiliyorum, bu tavır ziyadesiyle yanlıştır. Bu sporu geliştirmek, daha çok taraftar ve sporcu kazandırmak için yapılması gereken davranışlar bunlar değildir. Bu konuyu başka bir yazıda derinlemesine anlatırız ancak özetle Üniversite takımlarına, bu sporun altyapısı konumunda olan ve Amerikan Futbolu’nun gelişimi için bir numaralı çıkış noktası olması gereken kaynağa, bu şekilde davranılmaktan acilen vazgeçilmelidir. Başka bir yazıda yine derinlemesine irdeleyeceğimiz bir konu olan “ekipman ve finansman sıkıntıları”nın ne derece ciddi boyutlara ulaştığını artık sağır sultan bile duymuş durumda. At gözlüklerini çıkarıp aksine panoramik bir bakış açısı yakalanması gerektiği aşikar. Ne zaman ki üniversite takımlarını kalkındırmak ve oyuncu yetiştirmek için ciddi kararlar alınır işte o gün “Türkiye’de Amerikan Futbolu var!” diyebiliriz. Daha olmadı, tohumun fidana dönüşmesi için yapacak çok iş var, ancak tohumun hem veriminden hem de kalitesinden benim şüphem yok.


İlk hafta maçlarına genel bakış (Üniversiteler Ligi)


Grupların oluşumuna ve takım yapılarına bakıldığında aşağı yukarı kestirebiliyorsunuz maçlar sonunda gruplardan çıkacak takımları. İlk hafta maçlarını adeta bunu ispatlar nitelikteydi. Bu iki takı çekişir dediğimiz maçlar yakın biterken, rahat kazanır diye düşündüğümüz takımların fazla zorlanmadığını gördük. İlk haftanın en çok göze çarpan skoru ODTÜ’nün geçen seneki kötü performansından sonra kendine geldiğini gösterdiği Başkent Üniversitesi maçı oldu. İzleyenler Ege – Anadolu maçının da heyecan dolu ve çok zevkli geçtiğini söylüyorlar. Hiç şüphe yok ki deplasman galibiyeti Anadolu Üniversitesi için büyük bir moral kaynağı ve avantaj oldu. Bilgi Üniversitesi’nin geçen seneki skor üretme sıkıntısını ilk maç itibariyle aştığı gözelere çarparken, Ankara maçlarındaki kısır skorlar ise defansların son derece başarılı olduğunu ortaya koymakta.

Benim izlediğim Koç Üniversitesi – Sakarya Üniversitesi maçı da yine ilk haftanın zevkli ve mücadele dolu maçlarındandı. Her iki takımın da zorlu engelleri aşarak maça çıktığını anlamak için oyuncuların ve koçların yüzüne bakmak yeterliydi. Hem maç oynayacak olmanın keyfi hem de yüzlerden akan yorgunluk maça hem ekipman hem de takım olarak hazır hale gelebilmek için çok fazla uğraşı verildiğinin ispatıydı.


Maça hızlı başlayan ve daha 5 dakika dolmadan ilk touch downı yapan takım Sakarya oldu. Ekstrayı kullanmadıkları oyundan hemen sonra QB’lerinin sakatlanması oyun planlarını bozdu. Üstüne bir de insanı yerinden sökercesine esen rüzgar eklenince pas oyunlarını yapmak imkansız hale geldi adeta. İlk çeyreğin sonunda rüzgara karşı nasıl oynaması gerektiğini bilen Koç Üniversitesi üstünlüğü ele geçirdi ve arka arkaya 4 touch down ve bir de ekstra alarak bir anda skoru 26-6’ya getirdi. Devre arasında toparlandığı gözüken Sakarya ikinci devrede çok iyi bir savunma gösterdi ve rakibin bir çok hücumunu kesmeyi başardı. İkinci yarının skoru Sakarya lehine 8-6 olurken, Koç Üniversitesi oyuncularının oynadıkça yorulduğu, Sakaryalıların ise oynadıkça açıldığı gibi bir kanaat oluştuğu kafamızda. Her iki takım da ikinci devre muhtemelen sezonu kapattıracak nitelikte 2 sakat verdi. Koç’un center’ı Emre ve Sakarya’nın line adamı Samet diz sakatlıklarıyla maçı erken bitirmek zorunda kaldılar. Her iki takımda bir kaç ufak sakatlık daha göze çarptı ancak Emre ve Samet dışındakiler gördüğümüz kadar kısa süreliydi.
Koç Üniversitesi sahasının kısa ve küçük oluşu, direklerin olmayışı ve saha zemininde yan çizgilerde direk delikleri olması olumsuz noktalar olarak göze çarparken, Koç Üniversitesi Koçu Deniz Bey başta olmak üzere Sakarya Üniversitesi’ne gösterilen misafirperverlik ve yakın ilgi herkesi mutlu etti. Sakarya Üniversitesi Yönetimi maç öncesi hakemlere ve rakibe baklava ikram ederken oluşan sıcak görüntüler bu sporun dışardan gözüktüğü kadar sert ve soğuk mizaçlı adamlar tarafından yapılmadığının bir ispatıydı.

Maçın geneline ilişkin en büyük olumsuzluk maalesef hakem yönetimiydi. Senelerdir izlediğimiz maçlarda İstanbul hakemlerinden bazılarının yönetimlerinde bir türlü standart yakalayamadığını, saha içinde hakemler arasında bile çoğu zaman kararsızlık ortamını hakim olduğunu görmüştük. Bu da öyle maçlardan biriydi. Her iki takım oyuncularının da hakem heyetine güvenlerinin sarsıldığını hissettik tavırlarından. Ev sahibi takımın hakem avantajını yine de kullandığını gördük. Belki maçın skorunu etkileyecek hatalar yapmadılar ama standart yakalamaktan uzak ve birbirleriyle çelişen kararlara şahit olduk. Tekrar etmemesini diliyoruz. Keza başa baş giden bir maçta yapılabilecek benzer hatalar takımların canını yakabileceği gibi, gereksiz baş ağrılarına da yol açabilir.


İlk yazı için bu kadar söyleyeceklerim. Umarım bundan sonra da hem Üniversiteler Ligi hem de sevdalısı olduğumuz bu sporun Türkiye’deki durumu üzerine birçok yazıda beraber olma fırsatı yakalarız.


Not: Bu yazı nfltr.com için yazılmıştır

22 Aralık 2008 Pazartesi

Cenky @ Allianz Arena

-2 Derece ve Kuru Ayaz

Bir Allianz Arena Hatırası

Bavyera’nın Deggendorf şehri Münih’e yaklaşık 110 km uzaklıkta. AB’nin sınırları kaldırmış olduğu yeni haritasında sanki 3-4 ülkenin kavşağı konumunda. Aşağıda gittiğimiz yerlerden bahsettim, uzatmadan sadede gelelim. Cuma akşamı ayak bastığımız Almanya’da Pazartesi mesaiye başlamadan önce en çok yapmak istediğim faaliyet kuşkusuz Allianz Arena’yı yerinde görmekti. Yeşil zemine ayak basacak takımların rengi ne olursa olsun orada olmak insan hayatında hele hele o ülkede yaşamıyorsa belki de bir kez ele geçecek ve kaçırılmaması gereken bir fırsattı. Daha 1 ay öncesinden araştırmaya başlamıştım Allianz Arena’daki maç programını. Bayern deplasmandaydı o hafta, Stuttgart ile oynayacaklardı ama bir Bavyera derbisi vücut bulacaktı çimlerin üzerinde, 1860 München – Nürnberg. Üstelik Allianz Arena açılışı maçını da oynayan takımlardı bunlar 30 Mayıs 2005’te. Dolayısıyla işin rengi çok farklıydı. Maç bir ezeli rekabetin sıradaki kapışması olunca acaba bilet bulabilir miyiz endişesi ile gittim Almanya’ya, keza Deggendorf’a beraber geldiğimiz arkadaşları da stada sürükleyecektim, bilet olmaması ciddi bir sorun olurdu, hatta rezalet!

Sabah 09:42 treniyle (S-Bahn yani tarifeli tren) çıktık yola. 1 saat 40 dakikalık yolculuktan sonra önce U-Bahn 2 (yani 2 nolu metro hattı) sonra Frankfurter Ring – Studenttenstadt otobüsü ve U – Bahn 6 ile Fröttmaning istasyonuna vardık, Allianz Arena istasyonu. İşin ilginci daha sabahki trende Passau şehrinden, ki bu Deggendorf’tan 30 km daha ileride, maça gitmek için yola çıkmış 3 Nürnberg 3 1860 taraftarı ile karşılaştık. Omuz omuza trende sohbet ediyorlar ve biralarını çekerek demleniyorlardı. U-Bahn 6’da ise ciddi miktarda Nürnberg’li ile seyahat ettik Fröttmaning’e kadar. Yol boyunca tezahürat ve rakiple uğraşmalar. Maça gitmeyip başka duraklarda inecek olan yolculardan bolca alkış aldılar.

Trenden indiğimizde ise yaklaşık 1-1,5 km’lik yolu yürümemiz gerekti. Her adımda biraz daha yakınlaşan o muhteşem stat kalbimizin ritmini bozdu adeta. Maç saat 2’de ve stadın dış aydınlatması yanmıyor olmasına karşın, o haliyle bile büyüleyici idi. Yürüyüş yolunda gördüğümüz enteresan manzaralardan biri vücudunun sol tarafı mavi beyaz, sağ tarafı kırmızı siyah renklerle bezenmiş olan taraftardı. Bir “efsien” bir “münşın” diye bağıran gence şaşkın gözlerle baktık ve fotoğrafını çekemedik şaşkınlıktan (FCN ve München yani).

Stadın girişine geldiğimizde saat 13:05’ti, hemen bilet gişelerine koştum telaşla. Neyse ki havanın -2 derece ve karlı olması nedeniyle taraftar stadı tam dolduramamış ve hala satılan biletler vardı. 40 €’ya sahayı yandan gören ve hemen 1. kattaki yerden 5 bilet aldık. Biletleri aldıktan sonra turnikelerde üst baş aramasından sonra bileti okutarak oradan geçmek ve tribündeki yerimiz almak sade 11 dakika sürdü, o süre de turnikede ciddi sıra olmasındandı. Sahaya ziyadesiyle yakın, görüşün çok güzel olduğu bir yerde oturma şansı yakaladık. Statta yaklaşık 60 bin kişi vardı, ki zaten stat 66 bin kişilik ve 1000 kişilik yer güvenlik gerekçeleri boş bırakıldığı halde toplam boşluk 5000! Bu Almanlar futbolu gerçekten çok seviyorlar! Oturduğumuz yer batı kanadının sonuydu. Önümüzdeki kale arkası ise güney kanadı idi ve tabii ki 1860’ın en ünlü taraftar grubu “sauffreudige” oradaydı. Çeşitli yaş gruplarından ve çoğunluğu erkeklerden oluşan taraftarlar maç öncesi ve sonrasında hiç durmadan tezahürat yapıp, Arena’yı inletecek kadar bağıran bir topluluk. Onları seyretmek tam anlamıyla bir zevkti benim için, zaten maçın yarısını falan seyredemedim itiraf etmek gerekirse, stada ve taraftarlara bakmak ve bol bol çekim yapmaktan.

Gece yağmış olan onca kara rağmen stadın giriş yolları gibi zemini de tertemizdi. Isıtma sisteminin ne derece ileri seviyede olduğunu birkaç yerde okuduğumu hatırladım yemyeşil, pürüzsüz zemini görünce. Ciddi ayaz nedeniyle maç başlamadan önce önemli bir süreyi, stadın turnikeleri sonrası sahaya girmeden önceki ara bölgede geçirdim. Birkaç 1860 şapkası, eşe dosya hatıralıklar alıp içeri girdiğimde, beraberimdeki arkadaşların statta para geçmediğini, sadece kontörlü kartların kullanıldığını keşfedip aç kaldıklarını görünce, onlara bunu önceden söylemeyi unuttuğum gerçeğiyle yüzleşip, çaktırmadan tribündeki yerime süzüldüm.

Güney tarafında 1860 fanatikleri, kuzey tarafında (kale arkası) Nürnberg taraftarı, doğu tarafında 1860 München kombine kart sahipleri bulunmaktaydı. Bizim oturduğumuz batı tribünü ise maç günü satılan biletlerin olduğu tribündü ve baştan aşağı karmakarışıktı. Nürnberg ve München’liler yan yana kolkola seyrettiler maçı bu tribünde. Ne maç sırasında ne de sonrasında ufacık bir huzursuzluk yaşanmadı. Hemen arkamda 70 yaşlarında 1860 taraftarı bir teyzemiz 8-10 yaşlarındaki torunuyla maçı izliyor, 2 koltuk ötede ise dazlak, küpeli Nürnbergliler biralarını yudumluyordu. Benzer bir manzarayı acaba bu ülkede ne zaman görürüz çok merak ediyorum.


Maç genelde tempolu geçti. İlk devre devamlı bastıran ve rakibini zorlayan Nürnberg olurken, buldukları 3. net pozisyonu Boakye ile gol yapmayı başardılar 38. dakikada. İlk yarının 180 adına zayıf halkası sağ ek Hoffmann’dı. Hatta hocası Kurz devrenin sonuna doğru bir ara onu sola aldı, ancak 2 hatasıyla rakip gol pozisyonuna girince 2. devre bu sefer oyundan aldı. Yerine giren Markus Thorandt 55. dakikada kafayla takımına 1 puan getiren golü buldu. Mücadelenin üst düzeyde olduğu, tempolu maç nasıl olduysa bir daha ciddi gol pozisyonu yaşanmadan sona erdi. 1860’ın uyuşturucu kullandığı için takımdan kovlan Berkant’ı çok aradığı, Nürnberg’in beraberliğe yatacağı söylenenler arasındaydı statta, aynen söylendiği gibi oldu.

Tribünlerin arka tarafında, stadın duvarlarını aşmadan her 10-15 metrede bir yiyecek satış alanları ve tuvaletlerin bulunduğu, tribünlerdeki tüm seyircinin bu alanlara rahatça sığabileceği bir mimari harikası. Aydınlatma sistemi mükemmel, havanın aydınlığı azalmaya başladıkça yavaş yavaş devreye girdi aydınlatmalar, tribün aydınlarmaları da takdire şayandı, hiç göz önünde değil ve yeterince. Engellilere ayrılmış bölümler tıpkı loca havasında ve hiç merdiven çıkmalarına gerek kalmadan maç izleyebilecekleri şekilde. Güvenlik görevlileri güler yüzlü ve saygılı. Az sayıda polis, sadece 4’ü atlı olmak üzere, maç boyu sadece stat dışında devriye geziyor. Herkes birbirine saygılı ve maç sonu tıpkı oyuncular gibi seyirciler de birbirlerini tebrik ediyorlar. Son düdükle yerimizden ayrılıyoruz, bütün stat yaklaşık 7 dakikada boşalıyor, 20 dakika içinde arabasız gelenler metro istasyonundan trenlere binmiş ve durağı boşaltmış oluyorlar. Son yolcu trene binmeden tüm araç sahibi taraftarlar ve taraftar otobüsleri yola çıkmış vaziyette. Maç 15:50’de sonlanıyor, 16:10’da statta sadece temizlik ve toparlanma işlerini yapan stat görevlileri var. İşte Mühendislik bu!

Gece ışıkları yanarken görememiş olsam da bu hali beni büyüledi. Sami Yen maceralarımı paylaşmıştım sizinle, yaşadığımız zulmü. O halde bugün bir adım daha ileriye gideyim. Allianz Arena bir futbol stadı ise Ali Sami Yen daracık bir kutucuk. Ali Sami Yen bir futbol stadı ise Allianz Arena bir mabet, hatta cennet!

Allianz Arena Ticket

Oturduğumuz yer batı tribünü en alt kat. Aşağıda oturduğumuz yerden görüş açısını da görebilirsiniz. Sanki böyle oturduğun yerden elini uzatsan topçuları tutacaksın, ya da şöyle biraz yüksek atlasan sahaya dalacaksın. Şansımıza maçın golleri hep önümüzdeki kaleye oldu. Ayrıntılarıyla, öncesi ve sonrasıyla bir Allianz Arena macerasına az kaldı...

Kaç Gündür Neredeydim?

Geride kalan yazamadığım süre boyunca yurtdışındaydım Almanya'nın Deggendorf şehrindeki "Deggendorf University of Applied Sciences" yani "Deggendorf uygulamalı Bilimler Üniversitesi"ndeydim. Erasmus Hayat Boyu Öğrenme Proramı dahilinde gerçekleşen bir seyahat oldu. Geçen hafta içi 15-19 Aralık tarihleri arasında beraberimdeki 4 idari personel arkadaşımla sabahtan öğlene kadar Üniversite'de çeşitli temaslarda bulunduk. Gerek idari gerek akademik anlamda gerçekten önemli paylaşımların yaşandığı, özellikle sanayi-üniversite işbirliğinin nasıl yapılması gerektiğini anlatan bir kullanma kılavuzu mahiyetinde bir çalışma gezisi oldu. Deggendorf Üniversitesi sadece 200 akademisyen ve 3500 öğrenciye sahip omasına karşın her sene kendi ürettikleri mühendislik projelerinden minimum 1 milyon € kar eden bir Üniversite. Devamlı teknoloji ürettikleri için Almanya'da ciddi saygı görüyorlar. Hatta Bavyera'nın Başbakan Merkel tarafından ziyaret edilen tek üniversitesi. BMW'ye başta motor parçaları olmak üzere birçok parça geliştirmiş olan Mühendislik Fakültesi'nde şu anda Avusralya'dan bile bir firmaya teknoloji üretilmekte.

Üniversitedeki etkileşimin sonucu olarak kendi düşüncem şudur ki Türkiye'de akademisyenlerin ayaklarına adeta birer pranga takılmış durumda. Teknoloji üretilmesin, araştırma geliştirme yapılmasın diye öyle yasa ve yönetmelikler var ki ülkemizde! Bir defa en başta döner sermaye denilen canavarı yaratmışız. Döner sermaye üzerinden yaptığınız işlerden yapılan işin yaklaşık % 25'i cebinize girerken, gerisi devlete kalmakta, bununla da bitmiyor o aldığınız % 25 daha sonra hükümetin ekonomik iyileştirme olarak verdiği maaş ek ödemelerinden tamamiyle kesilmekte. Yani günlerinizi, aylarınızı verip yaptığınız işlere dair verilen paraları daha sonra çatır çatır "yapmasaydın kardeşim!" diyerek kesmekteler. Bu şartlar altında iyi bir iş yaptığı için ödüllendirileceği yerde cezalandırılan akademisyenler sanayi ile bütünleşmekten kaçınıyorlar, ötesinde zaten sanayi kuruluşları da çoğunlukla 5 liraya burada 6 ayda Üniversite'de yaptıracağıma, 6 liraya alır zamandan kazanırım diyerek hem ağır prosedürlerden kaçmakta hem de üniversiteler ile yabancılaşmaktalar. Açıkçası bu şartlar altında işimiz idealist adamlara kalmış durumda ve ben de ideallerinden vazgeçmeyen bir adam olmaya çalışıyorum.
Hem artıları olan hem de sorgulamalara yol açan bu seyahatte öğleden sonraları boş kalan zamanımızı ve hata sonunu tabii ki gezerek değerlendirdik. Deggendorf bir sınır şehri ve Avusturya - Salzburg'a 220, Çek Cumhuriyeti - Prag'a 320 km uzaklıkta. Kiraladığımız arabayla 2 gün üniversitede işimizi bitirir bitirmez bu iki şehre doğru yola çıktık. Prag'a geçen yıl eşimin konferansı dolayısıyla gitmiş oluğum için önemli mekanları hızlıca arkadaşlarıma gezdirirken, Salburg'ta internetten öğrenebildiğimiz kadarıyla dolaştık. Açıkçası her iki şehir de tarih-kültür turizmi açısından doruk noktada. Blog spor ana teması üzerine oturduğu için yukarıdaki kimilerine sıkıcı gelebilecek ağır konudan sonra gezi konularına hiç girmeyeyim. Ama her iki şehre gideilmesini de şiddetle tavsiye etmekteyim.
Bu seyahatin blog için asıl can alıcı kısmı Allianz Arena'da seyredilen 1860 München - Nürnberg maçıdır. O da sırada...

21 Aralık 2008 Pazar

Salata Masada - Döndüm

Dolaba atmıştık salatayı, bugün itibariyle çıkardık artık. Yarın ve sonrasında maceralarla yazmaya tekrar başlıyorum. Güzel günler ve harika bir stattı. Hangi stat mı? O da yarın, uzunca...