Sevgili ozhano ile piyasaya çıktığına göre geç de olsa, bu akşam bir kaçamak yapıp izledik Halk Düşmanları'nı. Depp harika, Bale yine çok iyiydi. Micheal Mann'ın usta işi bir eseri daha. İzlemeyenlere tavsiyedir. Sonuçta sinema bir sanat ve bu üçü de ciddi sanatkarlar. Hayatı da yaşamak gerek be arkadaş!
Tarih 22 Ocak 2006. Yer Konya deplasmanı. Bir çok eksiği ile Konya'ya gelmiş olan Galatasaray'ın şampiyonluk için bu maçtan 3 puan alması şart. Maçın son dakikalarında Hasan Şaş'ın yerine 17 yaşındaki genç Aydın Yılmaz giriyor. Herkes şaşkın gözlerle bir Aydın'a bir Gerets'e bakıyor. Uzatma dakikalarının bitmesine bir kaç saniye kala 17 yaşındaki o genç Aydın kontraatak esnasında kaleyi görür görmez vuruyor ve golü yapıyor. Ama attığı gol o sezon Galatasaray'ı şampiyon yapacak, hem Konya'ya hem Fener'e atılmış bir gol değil aslında. Aydın o gün bilmiyor ama ceza sahası dışından son derece sert ve düzgün bir vuruşla attığı o golü kendisine atıyor. O gol Aydın'ın üzerine sülük gibi yapışıyor, aradan geçen yaklaşık 4 sene boyunca her Galatasaraylı Aydın'dan aynı spektaküler işi bir kez daha, bir daha yapmasını bekliyor. Aydın daha büyümeden, Aydın daha liseyi bitirmeden, Aydın daha Aydın olamadan yılların topçusu muamelesi görüyor. Aydın'dan hep bekleniyor, hep isteniyor, hem umuluyor, bir türlü kurtarıcı, yıldız olmadığı, daha büyümesi ve çok şey öğrenmesi gereken gencecik bir fidan olduğu hatırlanmıyor. Aydın adeta kişilik bunalımı yaşıyor, kendini olmuş sanıyor, oynadığı zaman hep daha iyisini yapma arzusuyla basit işleri yapamıyor, oynamadığı zaman hayata küsüyor, sıra kendine geldiğinde hazır olamıyor. Ve elinde sürüsüne bereket (!) Aydın olan bizler "Lanet olsun, defol git" der duruma gelebiliyoruz. Ama aslında Aydın'ın çocuk olmasına, öğrenmesine, gelişmesine, basamakları teker teker çıkmasına izin vermediğimizi hatırlamıyoruz bile. Bizler futbolun ordinaryuslarıyız, biz ne dersek o olur çünkü bu ülkede.
Tarih 22 Ocak 2006, Yer Konya Atatürk Stadı, Dakika 90+3. Aydın muhteşem bir gol atıyor ve kariyeri Konya'da başladığı yerde, daha başladığı o anda bitiyor. Yaptığın iyi, güzel hatta muhteşem şeylerin görevin haline geldiğini, yapamadığın ya da azıcık eksik kaldığın her an ise suçlu ve hain ilan edileceğini Aydın belki bugün, ancak 4 sene sonra anlayabiliyor. Ya da acaba anlayabiliyor mu?
Trabzonspor İstanbul'a deplasmana gelmiş, havalimanında uçaktan yeni inmişler taraftar pankart açmış, Fenerbahçe maçından önce vefat eden taraftarlarla alakalı "Onlar sizin için öldüler, siz onlar için ne yaptınız?" yazmışlar. Yetmiyor kapıdan çıkar çıkmaz Şenol Güneş'i sıkıştırıp futbolcuları kötülüyor, utansınlar, bizi kahrettiler Fener maçında diyorlar. Güneş lisanı münasiple taraftarlara yanlış yaptıklarını bir sorumluluk varsa kendine ait olduğunu, bu hareket ve sözlerle camiayı yıprattıklarını söylüyor.
Takım otobüse biniyor, otellerine doğru gidecekler, taraftar birden otobüsün önünü sarıyor, başlıyorlar Fatih Tekke diye bağırmaya. Hareket ettirmiyorlar aracı, Tekke de Tekke diye bağırıyorlar. Broos varken Güneş diye bağırdılar avaz avaz, şimdi Güneş geldi Tekke diye bağırıyorlar! Yarın Tekke gelince kimin adını söyleyeceksiniz bağıra bağıra, kim var sırada? Güneş geldi bir Fener maçında eskittiniz, Tekke gelir 3 maç gol atamaz başını yersiniz, Teknik Direktör, futbolcu, yönetici, başkan fark etmez. Taraftarın bu kafası ve bu tutumuyla, böylesi zulümle Trabzon'dan hiç bir şey olmaz! Yazık ki ne yazık! Kınaları hazırlasa bari o çok bilen ordinaryüs taraftarlar.
Bir sahanın içine etmeleri eksikti. Önce Lehmann kale arkasını mesken edindi sonra Gothard sahadan çıkmaya bile tenezzül etmedi. Futbol daha fazla ne kadar çirkinleştirilebilir acaba?
Kafaya çıkmak, çıkıp kafa topunu almak, alıp o topu temas ettiğin tek ve kısacık anda gole gidecek arkadaşına asist olarak ikram etmek marifettir. Öyle çıkmış olmak için topa yükselmek değil, bir şeyler yapıyormuş gibi gözükmek için değil, giydiğin formanın, aldığın paranın hakkını vermek için, dünyayla bağını kesip havada süzüldüğün o anda bir çok şeyi aynı anda yapıp var olabilmek, var edebilmek için kafaya çıkmak sanattır. Uzun zamandır kendime adıma hasrettim ben böyle bir kafaya, o kafa kim ne derse desin Türkiye'ye gelmiş geçmiş en iyi yabancılardan biri olan Alex'in kafası. Teşekkürler, futbolu sevdirdiğin, futbolun sadece futbol olmadığını bir kez daha gösterdiğin için.
Ey kendisinden ransfer yapması beklenen Galatasaray Yönetimi! Eğer transfer yapacaksanız ilk imza attıracağınız adam Harry Kewell olmalı. Korkmayın, çekinmeyin, acaba bu eleman da Nonda gibi kontratı uzatır, sonra kendini yayar mı diye düşünmeyin! Bu adamın adı Harry Kewell, bu adam Hagi'den sonra Galatasaraylılık ruhunu yaşayan, yaşatan ilk yabancı! Altyapıdan gelenden daha fazla Galatasaraylı! Bu adam tam bir futbol asilzadesi! Bu adam sadakatin, iş ahlakının, adamlığın ne demek olduğunun canlı ispatı!
Korkmayın İmzalayın! Mümkünse 3 ya da 4 sene! Kenarda kulübede oturacak olsa bile bu takıma, arkadaşlarına katacağı o kadar çok şey var ki!
Futbolu Kewell gibi adamlar yüzünden çok seviyorum, siz de artık Kormayın İmzalayın! Bizi futboldan soğutmayın!
Tarkan Kaynar hayatla ilişkimizin kesik olduğu günlerde göndermişkitabının tanıtımını, dolayısıyla ancak farkına vardık. Futbolla ilgili yazılan her kitap güzeldir felsefesiyle aşağıya tanıtım videosunu koyduk. Çok satması bol bol okunması dileğiyle Tarkan Kaynar'a başarılar. Gecikme için kusura bakma diyelim bir de.
tamam halkların oyunudur ama halklar neden ezildiğini kabul ediyor bu tanıma ses çıkarmayarak? ya da bu tanımı kullanan halkları direk olarak ezmiş olmuyor mu?
Şu anda en medeni-uygar ülkeleri saysak İngiltere başı çekmez mi? Peki günümüz futbolunun çıkış noktası neresi? cevap: İngilitere...
Futbol: 22 adam bir topun peşinden koşuyor!
Bir kere o topun ardından 22 adam aynı anda koşmuyor ki? Aslında minimum 2 kişi kovalıyor! Biri topu süren, diğeri de topu süreni kovalayan! diğerleri sadece topun gidebileceği yerlerde duruyor. yani duruyor!
Bir kez olsun futbola vaktini ayırmamış birinin yapabileceği en sığ tanım. Bu da aslında onun sığlığını göstermiyor mu? Zamanını ayırıp, o şeyi tanımaya çalışmadan ön yargılarıyla yaptığı bir yorum.
Entel olmaya çalışan, olduğunu iddia eden adam-kadın yorumu!
Futbol: Halkların afyonudur!
Evet futbol, totaliter rejim dönemlerinde diktatörler ve darbeci komutanlar tarafından kullanılmıştır! Diktatörler futbolu bu amaçla kullanarak kendi yedikleri haltların üstlerini kapatmışlardır. Arjantin'in Dünya Kupası'nı aldığı yılda yönetimde olan Arjantin cuntası bunu yapmıştır! Hitler, Çavuşesku, Salazar, Mussolini, Kenan Evren! Bu isimler sadece futbolu yedikleri haltları kapatmak için iyi bir politikayla kullanmıştır. Futbol kendini kullandırmamıştır. Kendini kullandıran halklardır. Kimse kimseyi afyon kullanması için zorlamaz...
Futbol ayrıca halkların kendi seslerini çıkarabildikleri de bir yerdir! Bu hep göz ardı edilmiştir. (Katalan halkı...)
Futol: Dilencisi olunan şey (Bknz. İbrahim Altınsay'ın Radikal gazetesindeki köşesinin başlığı ve Eduardo Galeano gibi bir futbol bilgininin bu oyun hakkında yaptığı en aciz ama gerçekçi ve bir o kadar da insanın kendi kendini çaresiz bıraktığı yorum!)
Gerekçeleri haklı gibi görülebilir. Paraya bağlı sistemde futbolu parası olanlardan dilenmek zorundasın. Ya da bir statta, özellikle Türkiye'de maç izlemek için para dilenmen gerek birilerinden. Fakat bu iki güzide insan, futbolseverleri kendi ülkelerinde bu konularda örgütleyebilecek kadar etkili olabilecek yerlerdeyken, futbolu hatta kendisini de böyle tanımlayıp sistemin içine sokmuyorlar mı kendilerini?
Kendilerini böyle tanımlayacaklarına futbol isyankarları deseler ve istedikleri şeye eldetmeye çalışsalar ya! Madem kendilerini bir şekilde farklı bakış açılarına sahip oldukları için farklı bir yere koyuyolar- ya da farklı bir safa geçiyorlar, bazı şeylere karşılar, bıraksınlar ironi yapmayı da isyan etsinler. İroni, kelime anlamı olarak içinde bir kabullenmişlik, ya da zaten gerçekleşmişlik barındırır! Neden isyan edip istedikleri oyunu getirmek için o duvarları yıkmaya çalışmazlar! Çünkü dilenerek, eleştirerek edebiyat yaparak para kazanırlar!
Son halı saha maçımı 12 Ağustos'ta yaptığımdan o günden bu güne dek bu günlüğe bir yazı ekleyememiştim. Geçen hafta içi maç dolu geçti. Yani bu iki farklı maç yazısı demek. Aslında geçen salı gününden önce de 2 maç daha yapmıştım ancak o iki maç için yazılacak çok bir şey yok. İki kelam edeyim sadece o iki maç için. Takımların dengesizliği ve benim bulunduğum takımdaki oyun ve mevki disiplini çok çok farklı iki galibiyet almamızı sağladı. Bu iki maç için pek söylenecek bir şey yok... Gelelim salı günü yaptığım maça...
Kendimi Xavi gibi hissettim
Salı günü maç yaptığım arkadaşlarımla orta okuldan beri tanışıyoruz. Hepsiyle de yıllardır halı sahalarda birlikte kramponlar eskittiğimiz için saha içi uyumumuz da oyunumuza yansıyor. Yine böyle bir maçtı. Maçın benim açımdan en büyük farkı bu sefer sahanın her tarafına koşuşturan bir pozisyonda oynuyor olmamdı. Asıl mevkiim daha önceki yazımda da belirttiğim gibi aslında stoper. Boyumun kısalığından dolayı Cannavaro'vari kalıyorum stoperde. Salı günü de Puyol formamla sahadaydım. Kaleci abimiz "Puyol gibi oynayacaksan sorun yok" diyerek ön motivasyonu verdi. Fakat salı günü defansif yönü fazla kişi olunca bizim takımda ben kendi kendimi "çapa" olarak ilan ettim. Ve sağ ya da sol bekteki oyunculardan biri ileride kalınca -her defansif orta sahanın yapması gerektiği gibi- onların açığını kapattım.
Her zaman topun defans oyuncusunun oyuna sokması gerektiğini düşünürüm. Bu orta saha ve ileride oynayan futbolcuların ileride kalmasını sağlayarak rakip defansı-takımı kendi yarı alanında tutacaktır. Topu da çoğu zaman oyuna ben sokarım bulunduğum pozisyondan ötürü. Yine bir pozisyonda topu oyuna sokarken pas atacak adam ararken, takım arkadaşlarım pas almak için koşular yaparken orta sahayı çok rahat bir şekilde geçtiğimi ve ceza sahası ön çizgisinde önümün açıldığını fark ettim. Artık gol atmanın zamanıydı zira bir halı saha maçı için gol gecikmişti. Topu dümdüz kaleye gidecek bir şutla ağlarla buluşturdum. Şaşırmadım gol olunca. Çünkü basit bir takım oyunu oynamıştık topla sadece benim temas etmiş olmama karşın. Ben kaleciden topu alıp pas atacak adam arıyormuş gibi bakınırken takım arkadaşlarımın rakip oyuncuları meşgul etmesi sonucu ben boş kalmıştım ve şutumla gol gelmişti. Hakan Şükür de kimi maçlarda topa değmemesine karşın bunu yapmamış mıydı? Ve bu yüzden yermemiş miydik onu?
Skoru lehimize sürdürürken oynamamız daha kolay oldu. Topla ileri çıktığım zamanlarda arkadaşlarıma koşacağı yerleri elimle gösterip onları o bölgeye yönlendirip rakibin de atacağım yeri görmesine karşın müdahale edemeyeceğini bildiğim şekilde ayağa paslar attığımda oyunumdan çok daha fazla zevk alıyorum. Bir pasımın da gerçekten Xavi'nin Messi'ye defansın arkasına attığı paslar gibi rakip defans tam ofsayttan taktiği yaparken attığım için o ve elbette top da arkadaşımla buluştuğunda işte o an Xavi gibi hissettim kendimi. Ofsayt da olabilirdi o pas ama burası halı saha! İşte o pasımı Xavi görse o an futbolu bırakabilirdi! Bir pozisyonda da defansta çok tehlikeli bölgede de olsam iki kişiye attığım soğukkanlı çalım Ergün Penbe ve İniesta karışımıydı. Daha sonralarında skoru arttırmakta zorlanmadık demek pek mümkün. Skoru arttırdıkça rakibin farkı kapatma arzusu haliyle arttı. Fakat bu arzularını takım oyunuyla değil de bireysel oyun ağırlıklı gerçekleştirmeye çalışmaları dezavantajlarıydı. Bu bireysel olarak yetenksiz oldukları için gerçekleşmemiş değil. Fakat tek başına topu alıp giderken topu kaptırdığın anda ceza sahası çevresinde top bekleyen arkadaşların oyundan düşer ve rakip takım ani atağa çıkma şansı yakalar. Ve bu her zaman büyük bir tehlikedir.
Salı günü benim ve takımımın galibiyetle eve dönmesinin en büyük nedenlerden biri takım oyunu oynamamızdı. Atağa defanstan hep birlikte çıktık. Futbolun çok basit bir kuralı var. Takım oyunu! Alın verin orta sahaya can verin. Halı sahada bile her zaman takım oyunu kazanır bunu unutmayın.
Cartersız daha iyi bir takımız. Detroit'ten rövanşı ilk çeyrek performansı ile aldık. Son çeyrekteki savunma ise berbattı. Hem zamanım hem de yazmak için keyfim yok, kusura bakmayın. Bu da günlüğe eklenmiş keyifsiz bir sayfa olsun.
Ön Uyarı: Bu yazı istatistik içermez ama istatistiklere ağır atıf yapar, sayılar üzerinden değil olaylar üzerinden akar.
Geçen sezonu finalist ve şampiyonluğu belki de 2 maçın son saniyesinde yapılamayan hareketler ile kaybeden bir takımın ertesi sezona girerken nokta transferler yapıp düzenini bozmayacağını düşünürsünüz. Düşünmek de hakkınız zaten, çünkü mantıklı olan bu. Böylesi bir takımın oyuncu kadrosunu önemli anlamda değiştireceği, işleyen çarkın dişlilerinden 2 önemli parçayı çıkarıp atacağını düşünmek ise ancak sizin kazanma hırsıyla gözünüzün döndüğünü gösterir. Ötesi için söylenecek söz yoktur.
2. Brian Hill döneminde başlayan Magic yükselişindeki en önemli pay sahibi kuşkusuz Otis Smith’tir. Weisbrod’dan aldığı bayrağı doğru düzgün taşımayı becerebilmiştir eski oyuncumuz ve şimdiki Magic Genel Menajeri. Verilen para çok fazla olsa da Lewis’in transferi, oyuncu seçmelerindeki Gortat ve Lee tercihleri, babasını kaybeden ve dağılmış durumdaki Nelson’a yeni kontrat vererek onu ayağa kaldırması, Francis belasından kurtulması Ariza takasları, hem gelişi hem gidişi, Pietrus imzası, Artest takası hep başarılı hamleleriydi. Bu hamlelerin %100 verim verdiğini söylemiyorum ama artılar eksilerden fazla her birinde. Bu idari performansları ve Magic’in bir sistem oturttuğunu görünce haliyle insan devamını bekliyor.
Lakers Final serisine dönüp baktığımızda Magic formalı sadece 1 adam ve 1 gencin öne çıkan ve takımı iten performanslarına şahit oluyoruz. Dolayısıyla bu adamların bu sezon da aynı rollerinde ve aynı forma içinde sahada olmasını bekliyoruz. Kontratı süren, emekçi genci bir tarafa ayırdığımızda, hem de takım sahibi “O” adamı takımda tutmak için ilk kez yüklü bir lüks vergisi ödemeye hazır olduğunu söylemişken aklınıza başka bir şey gelmiyor. Sezon bitip herkes kenara çekildiğinde, yukarıdaki paragrafta sitayişle bahsettiğimiz adamın farklı bir şey yapmasını beklemiyorsunuz. Mantıklı, doğru ve akla yatkın olan şey bu zaten. Öne çıkıp takım için önemini ispatlayan, takımı bir arada tutmayı başaran bu adama imza attırılması, takıma faydası olmayan 2-3 adamın takaslarda kullanılıp bir yedek uzun forvet-pivot bir de yedek oyun kurucu alınması çoğunluğun üzerinde mutabakata vardığı ortak noktalar.
Transfer sezonu başlar başlamaz bir de ne görelim “O” adamın üstü çizilmiş, takımın gelecek vaad eden, bugünün görev adamı yarının yıldızı “Genç” ise takas değeri olan adamlar Alston ve Battie ile takımdan gönderilmiş Vince Carter ile takas edilmişler. Carter’ın yanında bir başka uzun forvet, bahsettiğimiz gençle ile aynı dönem seçilmiş olan Ryan Anderson da Orlando’nun yolunu tutmuş. Carter’ın 2 sene ve yaklaşık 34 milyonluk kontratı dolayısıyla (3. sezondaki 18 milyonluk takım opsiyonunu hesaba katmadım ) bütçesinde yer kalmayan Magic’te kontrat alamayacağını anlayan “O” adam ise Oregon üzerinden Kanada sınırlarına giriş yapmıştı. Sonradan ortaya çıkan ve yalanlanmayan, “O” adama yapılan kontrat teklifinin ise 5 yıl ve 35 milyon seviyelerinde olduğu öğrenildi.
Birçoklarının ağzı açık kaldı yapılan takasa. Kimileri hayran hayran baktılar, kimileri şaşkınlık içinde. Yetmedi bu takası yapan adam gitti Dallas’ın Gortat’a verdiği 5 sene 36 milyonluk kontratı da karşıladı. Gortat ki bu takımda birkaç sezon yaklaşık 13-15 dakika ortalama ile oynayacak, hücum yetenekleri sınırlı bir adam. O sıralar aralarında Nesterovic’in de olduğu o 13-15 dakikayı alıp son derece faydalı olabilecek bir çok uzun da boştayken üstelik. Yetmedi uzun forvete Brandon Bass alındı senesi 4 milyondan. Jason Williams emeklilikten döndürüldü Nelson’ın arkasına. Sokak basketbolcusu Alston gönderilip yerine alınan adama bakınca düşündük de durduk. J-Will parkeleri sokağa dönüştüren, hücumdaki şu spektaküler hareketlerin mimarı ama savunma denilen işten kaçan, dalgalı denizden daha dalgalı adam değil miydi? Matt Barnes minimum kontratla takıma son katılan isim, belki de en iyi transfer oldu. Kadro tamamlandı, takım sahibinin dediği gibi Magic lüks vergisi öder hale geldi, hem de tam 13 milyon.
“O” adam takımda tutulsa ve Toronto’da almış olduğu kontrat verilse, üstüne üstlük “Genç” feda edilip Carter takası da yapılmış olsa, Bass’e yine imza attırılsa ve sadece Gortat harcansa, onun yerine de veteran minimumla yukarıda dediğimiz gibi Nesterovic tarzı bir adam alınsa bugünkü lüks vergisi ile yaklaşık aynı seviyede olurdu Magic’in ödeyeceği vergi. Madem lüks vergisi ödemeye hazırdı Magic neden bu yolu seçmedi? Bunun 2 sebebi var. 1.si Otis Smith’in kendisini dev aynasında görmeye başlayıp “Tek patron benim, benim dediğim olur” tavırlarına dalması, 2.si ise Vince Carter’ın Orlando lobisi. 1. sebebi ve Otis Smith’in “O” adamla ilgili söylediği çirkin sözleri tekrar hatırlatmaya gerek yok. NBA Şampiyonluğu adayı bir takımın Genel Menajerinin asıl karakteri buysa o takımın istikameti de bellidir sonuçta. Zaten ona gereken cevabı Van Gundy verdi “O” adamı çok arayacağını, onunla çalışmanın çok farklı bir deneyim olduğunu anlatarak.
2. sebep ise daha vahim. Vince Carter aslen Orlandolu. Sezon dışı tüm zamanını ve tüm tatillerini Orlando’daki evinde geçiriyor. Kendisi Orlando’da çok sevilen bir sporcu. Senelerdir Orlando dışında olmaktan sıkılmış ve artık Orlando’da oynamak istiyor, diğer taraftan da Nets’in kolay kolay şampiyonluğa oynayacak bir takım kuramayacağını ve rotalarını 2010 yazı için Lebron James’e çevirmiş olduklarını biliyor. Orlando bu kadar üst seviyede ve şampiyonluğa yakınken Magic’i bir çıkış olarak görüyor. Basında yer alanlara göre normal sezon biter bitmez kulis yapmaya, hatırlı isimleri araya sokmaya başlıyor. Orlando’nun Kobe karşısında zorlanmasıyla birlikte kendisi de 2 numara olan Carter’ın ismi bir anda daha final serisi bitmeden telaffuz edilmeye başlanıyor. Otis Smith’le gizli ve gayrı resmi toplantılar yapılıyor. Yine daha final serisi bitmeden Otis Smith “O” adamın Kobe’ye yaptığı blok sonrası bomboş pozisyonda son saniye basketini kaçıran umut vaad eden emekçi “Genç”in üstünü çiziyor, takası bitiriyor. Fakat tepkilerden çekinildiği için uzunca bir süre “O” adama bir teklif yapılmıyor, yapıldığı zaman ise ağızlardan çıkan rakamlar güldürüyor insanı. Karar çoktan verilmiş çünkü Magic artık Vince Carter’ın takımı olacak.
Öyle ya da böyle bu sezona Orlando Magic kadrosuna Vince Carter, Ryan Anderson, Brandon Bass, Matt Barnes, Jason Williams’ı katarak başladı. Geçmiş geçmişte kaldı, olanlar oldu ve yenilmesi çok güç, çok yönlü bir takım kurma ihtimali varken farklı bir formatta çıktı karşımıza Orlando Magic. Takip edenler biliyordur kendi blogumda Orlando Magic’in her maçı sonrası bir maç değerlendirmesi yapıyorum. Orada uzun zamandır değindiğim en önemli konu bu yeni yapılanma içinde bu takımın liderinin kim olacağı. Son 2 sezonki yapıda takım ve hücum sıkıştığında ön plana çıkıp inisiyatif alan biri vardı, bir çok maçı da “O” adam kazandırdı zaten. Takımın kısa kaldığı nokta “O” adamın da yetmediği yerlerde, özellikle içeri penetreler ve yüklenmelerle sayı çıkaracak, faul alacak, oyunu şutla değil hareketle, koşuyla bozacak bir isimdi. Birkaç sene öncesine kadar bildiğimiz tanıdığımız Carter böyle bir adamdı. Biz onu smaçlarından, spektaküler turnikelerinden hatırlıyorduk ama Orlando Magic formasıyla sahaya çıkan adam o Carter değil. Sanki muhteşem bir üçlükçüymüş gibi 9-10 üçlük deneyen, içeri girmekten çekinen bir adam görüntüsünde Carter. Üstelik topu paylaşmayı değil önce potayı düşünüyor olması da Magic’in aradığı adamın profiline son derece aykırı. Jameer Nelson’a senelerdir fazlasıyla yükleniyor olmamızın 1 numaralı sebebi bu, hep aklında pota olması.
Magic sezon öncesi Lewis’in doping yaptığı haberiyle sarsıldı. Ufak bir ceza ile yırttı Lewis ama 10 maç da takımını yalnız bırakmak durumunda kaldı. Hem onun olmaması hem de gelen giden isimlerin çokluğu Van Gundy’i arayışa itti. Bu sezon Howard ve Gortat’a ilave olarak sert bir adam daha yani Bass’in olması “Acaba uzun beşe mi dönmeyelim” düşüncesini canlandırdı kafasında. Bunu sezon öncesi hazırlık kampında anladık. Oynanan 8 maç kazanılmış da olsa kendi ilk 5’ini bir türlü kazanamadı Magic. Bu takımın Lewis’in yokluğunda 2-3-4 numaraları belli değil. Tamam, biri Carter olacak ama 2 mi 3 mü? 4 numara uzun mu yoksa şutör 3,5 mu olmalı? Pietrus mu Bass mi yoksa Anderson mı? Redick’i kullanmalı mıyım? Bu sorular dolaştı durdu hep Van Gundy’nin kafasında, ama hala bir türlü cevabını bulamadı. Dışarıdan bakan ve bu takımı 7-8 senedir A’dan Z’ye takip eden bir adam olarak benim naçizane fikrim belli aslında. Lewis yokken;
Nelson – Carter – Pietrus – Barnes – Howard
Lewis geldiğinde;
Nelson – Carter – Pietrus – Lewis – Howard
Yani Pietrus sağlıklı iken mutlaka bu takımda olmalı. 2 sezondur kurduğu düzenden Van Gundy’nin vaz geçmeyeceği belli iken Lewis’in yokluğunda Howard fazlasıyla kullanılmalı(ydı). Bu kadar potayı düşünen adam bir aradayken mutlaka ve mutlaka işçi bir adam gerek beşte. Yoksa Redick’in beşe konulduğu, Carter’ın kısa forvet çıktığı bir takımın ne savunmada ne de hücumda başarılı olma ihtimali yok. Pietrus’un alternatifi Barnes olmalı ki her daim takımda bir emekçi olsun. Howard’ın sahada olmadığı dakikalarda Gortat’ın biraz da yumuşak kaldığını göz önünde bulundurarak Bass’in mutlaka sahada olması gerektiği, pota altı sert takımlara karşı da mutlaka Howard – Bass ikilisini kullanma ve kısa-şutör beşten ödün verme gerekliliğinin aşikar olduğunu söylememiz gerek. Bana kalsa bu takımı 9 oyunculu rotasyonla kullanırım ve her ne kadar yetenekli şutörler olurlarsa olsunlar, savunmada zayıf halka olarak gözüken Redick ile Anderson’ı sadece ihtiyaç halinde sahaya sürerim. Lewis’li beşe yedek olarak J-Will, Barnes, Bass, Gortat rotasyonu dengeli bir şekilde uygulanırsa hem şutör hem savunmacı hem de savaşçı bir takım kimyası yakalanabilir. Öte yandan Van Gundy’nin elinde Anthony Johnson gibi sert bir oyun kurucu olduğunu unutmaması ve en azından rakibe göre bazı maçlarda onu kullanmayı hatırlaması gerek.
Takımın uzun süredir en büyük sorunu asist / top kaybı oranının çok düşük olması. Bir çok maç 20’ler civarında top kaybı yapılırken asist sayısının da 20’ler civarında gezinmesi Magic’e yakışan bir tablo değil. Bu kadar şutörün ve ligin en baskın uzununun bir arada oynadığı takımda asist sayısının tavana vurması gerekir. Ancak yazının ortalarında söylediğimiz gibi topu paylaşmaktan çok önce potaya atmayı düşünürseniz yanılırsınız. Benim öngördüğüm minimum asist sayısı ortalama 24’ün altına düşmemeli. Niye 24 de 25 değil diyen arkadaşlara da Magic’in başarılı olduğu dönemlerindeki istikrarlı asist performanslarını incelemelerini öneririm.
SVG ile takımın aslında oyun planının en önemli parçası haline gelen üçlükler üzerinden kurulan oyunlar, tıpkı delilikle dahilik nasıl birbirine çok yakın sınırlarda dolaşan 2 kavramsa o raddeye gelmiş durumda. Maç olur, rakip çok feci bir dış savunma yapıyordur ve o gün bilekler de düzgündür çok sayıda üçlük kullanılır. Ama ne zaman ki kullanılan üçlük sayısı atılan şutların yarısı haline gelmeye başlar işte o zaman bir sorun var demektir. Bu yazıyı bu zamana bırakmamın en önemli sebeplerinden biri de buydu. Yani üçlük ve kısa beş bombası nerede patlayacak diye merak ediyordum ki, bomba kendilerine karşı psikolojik savaşın yoğun olarak verildiği Detroit’te patladı, ayrıntıya girmiyorum, Detroit maceralarımızı dünya alem ezberledi. Tamam Avrupa basketbolunu, içine bolca kat ve ikili oyunlar katıp üzerine bir de oyunu hızlandırıp topu fazlasıyla dolaştırarark iyileştirmiş olabilirsiniz ama tarifi bu kadar sulandırmanın da bir anlamı yok. Bu takımın pivotu, aynı zamanda Milli Takımın da pivotu. Bu takımın pivotu aynı zamanda ligin ribaunt, smaç ve blok kralı. Bu takımın pivotu hem rakip pota altında inanılmaz baskın hem de iyi hücum ettikçe savunma performansı artan psikolojik bir adam. Elinde böylesi bir değer varken onu kullanmak yerine neden devamlı bombalarsın ki rakip potayı? Gerçi geçen sezon detaylı incelendiğinde Howard’ın aldığı pasların 3’te 1’inden çoğunda “O” adamın adı yazmaktaydı ya neyse. Kadro yapısı ve oyuncu karakterleri itibariyle çeyrek başına 5-6, maç başına 20-25 üçlük kabul edilebilir ki bu NBA genelinde 10-15 arası seyretmekte. Ama 35 üçlük denemek nasıl bir merak, nasıl bir maceradır Allah aşkına!
Bir başka önemli konu ise takım içi şut dağılımı. Bu takım skor gücü yüksek birçok oyuncunun bileşiminden oluştuğu için bir adamın çıkıp maç başına 20 şutlar civarında kullanması hücum dengesini bozacaktır. Takımda en çok şut kullanan adamın maç başı 13-14 şut civarında gezinmesi ya da birkaç oyuncunun 10-14 şut arasında kullanması hem takım içi dengeleri bozmaz hem de kenardan gelenlerin katkı sağlaması için de fırsatlar doğurur. O yüzden takımın yeni yıldızının kullandığı hücum ve şut sayısı çok önemlidir. İşte o yüzden takımın yeni yıldızı herkesin şut attığı bir ortamda hem takımı rahatlatmak hem rakibi bozmak hem de Howard’ı oyunda tutabilmek için potaya gidebilmelidir.
Üzerine kelam ettiğimiz bu kadar ayrıntı bize Orlando Magic’in pek anlaşılmasa da önemli ölçüde kabuk değiştirerek yeni sezona başladığını ispat etmekte. Yazdıklarımızın özeti olarak;
1)Takımda bir saha içi lideri yok
2)Ligin en baskın uzunu olan Howard kullanılamıyor
3)İlk 5 hala muallâkta
4)Top kaybı halen önemli bir sorun
5)Takım haddinden fazla şut ve üçlük atıyor
6)Takım savunması oturmamış durumda
7)Takımın yeni yıldızının oynamadığı maçlarda daha bir takım görüntüsü aksetmekte
Bugün her şey tozpembe gözükürken yarın bir anda tepe taklak da dönebilir, Orlando Magic Sevenleri uyarmak gerek. Savunma yapamayan takımlara karşı mutlaka çok skorlu ve eğlendirici maçlar çıkaracaktır Magic, 120 sayılar atmak pek dert olamayacaktır, ancak savunmayı sert tutan ve gardlar üzerinde baskı kuran takımlara karşı hem skor bulamayacak hem de maçlar verecektir. Geçen seneki 59 galibiyetin yakalanmasını bir hayal olarak görüyorum bu sezon. Bir önceki sezon ulaşılan 52 galibiyet sınırında bir sezon geçirileceğini, 55 galibiyet yakalanırsa bu kadroyla başarı olacağını düşünüyorum. Geçen senenin aksine kafa kafaya giden birçok maç ve psikolojik savaşların kaybedileceğine şahit olacağız. İşte o zaman sorma hakkımız olacak Otis Smith’e bunun için 2 senede toplam 30 milyon lüks vergisinin altına girmeye değer miydi be adam!?!
Sezon sonunda haksız çıkmam ve tükürdüğümü yalamam dileğiyle…
Yine eğlenceli, bol skorlu, savunmadan eser olmayan bir maç. Phoenix eski Phoenix asla değil. Steve Kerr herhalde her aynaya baktığında kırmak istiyordur aynayı akseden görünt yüzünden. Orlando için bu maçın farkı Carter'ın yine olmamasıydı. O sol bileği sanki yalama olacak izlenimi vermeye başladı.
SVG yine kısa beşle çıktı. Bu sefer Barnes 3 numarada sahadaydı. Pietrus sakatlıktan döndü, Johnson az da olsa süre aldı. Anderson'ın şutlarına çeki düzen verip biraz daha savunmaya yoğunlaşmaya çalıştığını gördük ki 2. maçtır faul problemine giren Howard'dan kalan açıkları örtmede faydası oldu bu çabanın.
Carter yokken Magic daha bir takım gibi ama yedekler sahadayken hep rakibin daha iyi olduğunu görmek ilerisi için düşündürücü. 35 üçlük denenen Detroit maçında 80 sayı atılıp maçın verilmesi, 23 üçlük denenen Phoenix maçının 122 saı atılıp azanılması kendi mesajını veriyor zaten. Kullanılan şutların 3'te 1'ine kadar üçlüğü normal kabul edebiliriz ancak bu oran yarı yarıya ise tehlike çanları çalar. Carter'ın oynadığı, iyi savunmaya yapan bir takıma kaybedilecek ilk maç, Carter'ın ve hücum tercihlerinin sorgulanmaya başlamasına neden olur, dikkatle izlemek gerek.
Bu arada önceki gece Orlando'ya ilk mağlubiyeti tattıran Detroit'in Hidayet'in 16 sayı 7 ribaunt 6 asist Calderon'un ise sadece 1 asist yaptığı maçta Toronto'ya yenilmesi ise oldukça manidardı. Herkesin anladığı üzere yeni kadrosuyla Toronto son 2 sezondur Orlando'nun oynadığı basketbolu oynamaya çalışıyor ancak savunma yönünden örenek aldıkları eski Orlando'dan çok daha geri durumdalar. Tıpkı yeni Orlando'nun olduğu gibi.
Bu kadar küfüre, protestoya rağmen hala o koltukta oturuyorsa bir adam bunun tek sebebi harcadığı paraları çıkarmaktır. Burada bilmem kaç kez yazdık başkanlığa geldiğinden beri harcadığı paraları ve yanlış transferleri. Divan'a gidersin belgeleriyle işletirsin kulübün borcunu, çekilirsin kenara yavaş yavaş ödenir. Ne gerek var kendini, aileni huzursuz etmeye, hasta olmaya. Ama yok illa da alacak parasını. Başka açıklama bulamıyorum ben, bulan varsa beri gelsin.
Alman oyuncu Dallas'ın son çeyrekte bulduğu 44 sayının 29'unu kaydederek hem kulüp rekorunu kırdı hem de maçı kazandırdı. Mehmet Okur'un son dönemdeki en çok yönlü ve verimli performansı (14 sayı 14 ribaund 5 asist 4 top çalma 2 blok) ise güme gitti.
Bir kaç sezondur NBA'in klasikleşen cümlesi oldu "Her zaman böyle şut atamazsınız, illaki kaçıracaksınız". Tabii ki bu cümlenin muhatabı Orlando Magic. Avrupa Basketbolunu, içine bol hareket ve kat katarak, ikili oyunları arttırıp fast break ekleyerek daha modernleştirmiş, daha iyileştirmiş olabilirsiniz ama hücumdaki tercihlerin yarıya yakını üçlük olursa illaki bir yerlerde başarısız olursunuz. Bu maçta kullanılan 79 şutun 35'i üçlük, bu da yaklaşık %45 eder ki, sözün özü faciadır bu. Oynadığınız lig NBA, Beko Basketbol Ligi ya da ACB falan değil. Oralarda bile bu oranlar yok bir kaç maç dışında. Devamlı şut atıp içeride, sizin takımınızın oyuncusu, ligin ribaund ve smaç kralı belki de en baskın uzununu unutursanız işler tersine döner.
Magic Howard'a top indirmediği, dengeli şut-penetre-pota altı tercihi yapmadığı sürece bu tip mağlubiyetlere mahkum kalacaktır. Geçen maç yazısında da söylediğimiz konu bu maçta tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Bu takımın saha içi lideri yok. Lider olması için alınan adam ise şut atma derdinde. Carter şuta dayalı oyunlar oynadığı sürece Magic'in başarılı olma ihtimali yok. Sıradan takımları yenebilirsiniz ama savunma yapmayı bilen takımlara karşı tıkanır kalırsınız.
Son söz de ilk 5 tercihi için olsun. SVG sırf Redick geçen maç kariyer rekoru kırdı diye Carter'ın döndüğü maçta ona da ilk 5'te şans verdi, dolayısıyla Carter SF çıktı. Ancak anlaşılması gereken konu şu ki Redick savunma yapamıyor. Uğraşıyor belki ama iyi bir savunmacıyı geçtim sıradan bir savunmacı olmasına bile imkan yok. Redick ve Carter aynı anda sahada olmamalı. Bu adamlar sahadayken Ryan Anderson hiç ama hiç olmamalı sahada. Pietrus ya da Barnes olmalı Carter/Redick'ten biri sahadayken. Önümüzdeki maç yine farklı bir 5 olacaktır. SVG hala bulamadı en doğru bileşimi, o da haklı Hidayet'i kaybetmek ve Lewis'in cezası onu arayışa itti ama gerçek gün gibi ortadayken pek fazla maceraya gerek yok.
1) Armin Veh kovulur. 2) Mustafa Denizli Yeniden kral, dahi, v.s. ilan edilir. 3) Yıldırım Demirören yine bir tribün şov yapar. 4) "Kartal Kurt'u ısırdı" veya benzeri başlıklar atılır. 5) Gol atan oyuncu(lar) "Kariyerimin doruk noktasındayım, futbolu Beşiktaş'ta bırakmak istiyorum" türünden mesnetsiz demeçler verir. 6) Fanatik köşe yazarları "Beşiktaş bu oyununu devam ettirsin, çeyrek final yapar, şampiyon olur, kupayı alır" tarzından yazılar yazarlar. 7) Rıdvan Dilmen "Beşiktaş kazandı kazanmasına da..." ile başlayan bir yazı yazar. 8) "Mustafa Denizli gibi kariyerli ve başarılı bir Teknik Direktör neden Milli Takım için düşünülmüyor!" anlamsızlığında yorumlar yapılır. 9) İlk kötü oyun ve puan kaybında 6. şıktaki arkadaşlar "Bu böyle olmaz, Beşiktaş bitmiş" diye yazarlarken, 7. şıktaki arkadaş "Ben geçen yazımda işte bundan bahsetmiştim" ya da "Ben geçen programda dememiş miydim Güntekin?" tarzında hayatına mutlu mesut devam eder.
Liverpool'da 15 sezon forma giymiş eskilerin ünlü orta saha oyuncusu Ronnie Whelan böyle söylüyor. O'na göre Rafa Benitez Liverpool'dan sonra Avrupa'da iyi bir iş bulabilmek için önceliği Şampiyonlar Ligi'ne veriyor ve göz göre göre hem ligi hem de Liverpool'u harcıyor. Çok konuşulacak bir laf bu. Rafa Benitez'i açık açık Liverpool'a kazık atmak ve yeni bir iş için Avrupa Kupaları'nda sırf kendine oynamakla suçluyor Whelan. Whelan'a göre kısa bir süre içinde Benitez ya istifa edecek ya da kovulacak.
Gerçekten doğru olabilir mi acaba bu? 2 kez Şampiyonlar Ligi Finali gören, 1 kez kupayı kaldıran, her sene son sekize kalan ama bir türlü EPL'de şampiyonluğa gidemeyen İspanyol'un asıl amacı daha büyük bir Avrupa takımı mı yoksa kendine hedef olarak şu sıralar hocası tartışılan bir devi mi seçti Benitez?
Whelan bir şeyleri sezmiş, bizler uzun zamandır o takımla Rafa'nın isimlerini aynı cümlede kullanmak istiyorduk, acaba Benitez de istiyor mu bunu? Kaynak
"Ucuz Kahraman" başlıklı yazımın bağlantısını facebook'tan paylaşmamın ardından yazımı okuyup yorumlarını iletenler oldu. Arkadaşlarımdan biri kendisine vurulan kişinin Galatasaray Kaptanı olduğunu unutmamam gerektiğini iletirken Cristian'ın Arda'ya vurmasından sonra Arda'nın gidip Brezilylı futbolcuya vurmasını beklediğini söyledi. Arda'nın da böyle bir bekenti hissedip Cristian'a yöneldiğini düşününce ürktüm!
Şiddetin çocukluktan itibaren bir hakkını arama yöntemi-kültürü olarak bilincimize yerleştirildiğini savunanlardanım. Çünkü eve kavga edip geldiğimizde annemiz, babamız bizi avutmaya başladıktan sonra ilk olarak "sen de ona vurdun mu?" ya da "sen de ona vursaydın!" sözlerini söylemiyor mu? Vurduysak bir oh çekip üzülmememizi, vurmadıysak da bir daha bize biri vurursa bizim de ona vurmamız gerektiğini tembihliyorlar. Kısasa kısas! Ve bir dahakinde vurmadan eve dönmüyoruz!
O minicik beynimize şiddet olgusu yerleştirilirken sadece bu iletilmiyor tabi ki. Örneğin abi ya da ablamızla kavga ettiğimizde de, ilk onun bize vurmasının ardından karşılık vermiş olsak da "aaa vurulur mu abiye, ablaya o senin abin-ablan, büyüğün..." çelişkisiyle karşılaşıyoruz. Özetle bizden olana vurmuyoruz, bizden olmayana alayına gidebiliyoruz! Bizden olana vuruluyorsa, biz de bizden olana vuran kişiye vuruyoruz ya da vurulmasını arzu ediyoruz. Tamamen içgüdüsel bir şekilde gerçekleşen bu fiziksel yönelimler çocuklukta en çok 10 kişinin, belki de kimsenin izlemediği mahalle maçları yaparken karşımıza çıkarken, 15-20 yıl sonra 50-60 milyonun izlediği 105 metreye, 68 metrelik büyük yeşil alanlarda gerçekleşiyor. İşin garip yanı da maçtan sonra televizyonlarda herkes olayı başlatanın kim olduğuna bakıp, karşılık vereni savunmaya başlayıp "mağduru" sineye çekiyor.
Evet, Haldun Üstünel'in de dediği gibi "Galatasaray kaptanına kimse el kaldıramaz." (Yani aslında kaldırır da buna hakkı yoktur ama insan yapmaya hakkı olmayan şeyleri de yapan bir varlıktır. Neyse... ) Doğru bir açıklama olsa bile derbideki benzer durumlarda şiddete eğilim potansiyelinin arttırabileceğini düşünüyorum. Çünkü o cümlenin devamında "Galatasaray kaptanına bir vurana beş vurun-vurulur-vurulmalıdır!" anlamı çıkarılabilir... Üstünel'in açıklamasına birebir katılıyorum. Çünkü Galatasaray armasının bulunduğu formayı taşıyan birine atılan tokat-yumruk, 500 yıllık bir geleneğe atılmış bir tokattır. Fakat unutulmamalıdır ki Galatasaray kaptanı da kendisine vuran kişiye vurma hakkını kendinde bulmamalı. Kendisini provokasyon amacıyla iten birini "Adam ol" nidalarıyla külhanbeyliği yapmamalı. Çünkü bu takımın kaptanı da 500 yıllık bir geleneğin taşıyıcısı, geliştiricisi, devam ettiricisidir. Yıllarca ülkenin önde gelen, ülkeye yön veren insanları yetiştiren bir kuruluşun armasını taşıyan kişi bu ağırlığı, beyfendilikle, olgunlukla kaldırabilmelidir.
Futbolda insan unsuru oldukça sinirlerin gerilmesinin de etkisiyle kavga-şiddet unsuru da illa ki içinde olacaktır. Ve Galatasaray kaptanı da bu tür olayların içinde olacaktır. Fakat Galatasaray kaptanının kavgayı körükleyen değil de bitiren kişi olması gerekmez mi?
Hiç mi hiç yoruma gerek yok aslında, meraklıları zaten izledi, bir kaç noktaya değinip kaçalım. Hidayet'in Otis Smith'e selam çaktığı, Orlando'nun muazzam şut soktuğu ve rakiperine 3 eksikli kadroyla selam yolladığı bir maçtı. Toronto 2-3 oyuncusu hariç savunma yapmayı hiç ama hiç bilmiyor. Calderon egolarından sıyrılıp yükü Hidayet'le paylaşırsa bir adım ileri atarlar. Orlando da ise işler sarpa sardığında sorumluluğu alacak, oyunu soğutup, dengeleri lehte bozacak adam saha içinde yok kenarında var. İster Carter'lı ister Carter'sız bu takımın lideri Stan Van Gundy. Geçen senelerde bu işi Hidayet yapıyordu şu an için Nelson çabalıyor ama daimi bir soğuk kanlı lider yok, işte bu da şampiyonluk rakibi takımlara karşı kafa kafaya giden maçlarda sıkıntı yaratacak. 30-40'lara gidecek maç 5 dakikada ortaya geliverdi. Bu sorunu çözecek adam da SVG'den başkası değil. Orlando şut ağırlığını faul atmayı öğrenmiş gözüken Howard'a biraz kaydırabilirse kolay kolay yenilmez. Toronto ise savunma yapmayı biraz becerebilirse6-7. sıradan play-off yapar.
Ha bir de Hidayet'in Howard'a yaptığı blok muazzamdı. Artık ligin tecrübeli ve iş bilen veteranlarından biri olduğunu br kez daha kanıtlar nitelikteydi. Kobe'den sonra Howrad'a verdiği bloğun fotoğrafı da posterlik.
Başlıktaki soruyu tekrarlayalım. Sayın Ankaragücü Yöneticileri madem oynayatmayacaktınız niye aldınız bu adamı, sansasyonel karşılamalar yaptınız, Ankara'yı ayağa kaldırdınız? Bunların hepsi Hikmet Karaman egosunu tatmin etsin diye miydi? Yoksa yarın öbür gün "Bak nasıl bitirdik İngiliz'in evladını, hep onlar mı bizim çocukları harcayacak" diyeceksiniz arkadaş. Yazıklar olsun bu anlayışa, bu bakış açısına. Vassell'in Türkiye'de olduğunu unutan spor medyasının büyük kesimine de hela olsun!
Tuncay Şanlı memleketin yetiştirdiği en önemli aktif futbolculardan biri, daha da önemlisi Milli Takım Kaptanı. Henüz 27 yaşında. Fenerbahçe ve Milli Takım'da yaşadığı başarılar sonrası 2 sene öncesinin UEFA Kupası sahibi EPL'nin köklü takımlarından Middlesbrough'a transfer olması burada çok eleştirilse de bence yanlış bir hareket değildi. Boro Southgate yönetiminde çok adamla hücum etmeye çok hücum adamıyla çalışan bir takımdı. Tuncay 2 sezon boyunca iyi roller buldu orada kendine, önemli performanslar verdi. Ancak Southgate'in tecrübesizliğinin kurbanı oldu o da bütün takım gibi. Yanlış transferler yaktı başlarını. Boro'nun Championship'e düşmesiyle birlikte adı hep transferle anıldı Tuncay'ın. Beklendiği gibi Ada'da kaldı ama büyük ağabeylerden birinde değil İngiltere'nin en eski kulubü Stoke City'de. Stoke City'nin oyuncu kadrosuna baktığımızda onları sanki biraz İstanbul Büyükşehir Belediye'ye benzetebiliriz. Ligin diğer takımlarında oynadıktan sonra gözden düşen ya da yaşları nedeniyle kapı dışarı edilen adamları bir çatı altında birleştirmiş Pulis. Geçen sezon bu evsizlerden yaptığı takımı sürpriz şekilde 12. sıraya taşıdı Pulis. Geçen sezon sonunda düşen Boro'nun oyuncularından ikisini kadrosuna kattı, Huth ve Tuncay. İkisi de ihtiyacı olan adamlardı. Huth direk oynamaya başladı takımda, stoperde eksiklerdi, kafa toplarına hakim adam eksikliğini gidermişti Pulis. Tuncay'ın da kolayca forma bulacağını düşünüyordu herkes. Keza bir kontraatak ve Delap vesilesiyle bir de uzun taç takımı olan Stoke'ta hem hızlı hem açık alanda etkili, gerektiğinde kanatlarda görev alabilecek ve o taçlara kafa vurabilecek, vuramasa da oraları karıştıracak bir adam lazımdı. Kadroda bu tarife az çok oturan adam Fuller. İşte Tuncay eksik olan parçaydı bu takımda, gerektiğinde golcü, gerektiğinde orta saha ya da kanat adamı. Tuncay Stoke City'e transfer olduğundan beri Stoke 8 lig maçı oynadı. Bu maçların hiç birinde Tuncay ilk 11'de çıkamadı. Sadece 5'inde oyuna sonradan girdi ve toplam oynadığı süre de 88 dakika. Lig maçları dışında Stoke'un çıktığı 2 Carling Cup maçında ise ilk 11'deydi Tuncay, rotasyonda kendine yer buldu. Blackpool'u 4-3 yendikleri maçta 90 dakika sahadaydı ve 2 asist yaptı. Bir sonraki turda EPL'nin dibindeki Portsmouth'a 4-0 yenilirlerken etkili olamadı ve 81. dakikada oyundan alındı. Sonuç olarak o geldiğinden beri Stoke'un oynadığı maçlarda Pulis sadece ve sadece 259 dakika faydalandı ondan. Bunun sebepleri ne olabilir diye düşünüyorum. Birincisi kesinlikle Tuncay Stoke'ta kesin oynar düşüncesinin getirdiği aşırı kendine güven ve rahatlık. Ne de olsa Tuncay Milli Takım Kaptanı ve bir adı var. İşte mental anlamda bir futbolcunun en büyük düşmanı bu. İkinci olarak Pulis'in oynattığı sistem katı bir 4-4-2 ve oyuncuların rolleri, sınırları kalın çizgilerle çizilmiş durumda. Tuncay ise çok yönlü bir oyuncu olmasına karşın ne çok iyi bitirici ne de oyunun iki yönünü aynı anda %100 oynayabilen bir oyuncu. Son olaraksa Tuncay'ın transfer itimalleri ve görüşmeleri nedeniyle Boro kampına çok geç katılmış olması dolayısıyla önemli bir hazırlık sürecini kaçırmış olduğu gerçeği var. Dikkat ettiyseniz Fatih Terim bile ona dayanamadı son Milli maçlarda ve oyundan aldı Tuncay'ı. Hepsini birleştirdiğimizde fiziken hazır olmayan, kafaca kendini yeni takımına adapte edememiş ve farkında olmadan kendisini fazlaca büyütmüş, üzerine bir de katı bir 4-4-2 sisteminde ömür boyu hiç görev almamış bir Tuncay'ın Pulis'in takımında gelir gelmez oynaması muhtemel değildi. Aynen öyle oldu ve Tuncay şu anda forma için savaşıyor, savaşmak zorunda. Bu sezonu İngiltere'de bitireceğine ve bu süreçte Stoke'un ilk 11'inin vaz geçilmez adamlarından biri olacağına inanıyorum ben, ama bir gerçek de kafasını boşaltıp fiziken ilerlemesi gerektiği.
Şahsi kanaatim Tuncay'ın 22 Kasım'daki Portsmouth maçıyla birlikte Stoke'ta ilk 11'de forma bulmaya başlayacağı. Bu arada oynanacak lig veya kupa maçlarında bulacağı muhtemel bir gol ona doping etkisi yapacak ve hırsını arttıracaktır. İngiltere Ligi'nde temsilcimiz olması futbolumuz için çok önemli. Senelerce Tugay'ın sürdürdüğü önemli görevi sürdürmek artık Tuncay'ın elinde. Türk oyuncuların EPL'ye gelip gelmemesi kararı verilirken bakılacak en önemli referans artık Tuncay. Zamanında Hakan Şükür, Emre, Okan devamlılık sağlayamayarak İtalya için kapıların kapanmasına sebep oldular. Tugay'ın mirasını devralan Tuncay İngiltere biletidir bir anlamda. İşte o yüzden her gün onu Türkiye'ye geri getirmeye çalışan basın organlarının, aksine onun yanına birilerini nasıl yollarız diye düşünmesi gerekir. Ama burası Türkiye ne de olsa, önce kapıyı kapatır sonra da kendi yaptığımızı unutup niye kapanıyor bu kapılar diye sorarız dev aynasının tam karşısında dururken.
Ben Tuncay'a inanıyorum ve "Ne olur sadece işine bak Tuncay!" diye haykırmak istiyorum.
Orlando bu sezon başında Cater takasını gerçekleştirdiği New Jersey ile deplasmanda karşılaştı. Ben aşırı yorgunluk dolayısıyla maçı izleyemedim. Ancak kadro yapılarına baktığımızda normal şartlar altında Net'in Magic'in yenmesi için 2 sene daha geçmesi gerek diye düşünüyordum, düşündüğüm gibi oldu.
SVG Anderson'lı kısa beşini kullandı yine, demek ki bundan sonraki maçlarda da bu şekilde devam edecek. Yedeklerin süreleri 2 maçtır iyi ayarlanıyor ve maksimum verim alınıyor ki bu çok iyi haber. Ancak Lewis gelince kurban kim olacak orası önemli. Benim düşüncem Redick'in kurban edileceği yönünde. Carter sadece 14 dakika sahada kalabildi bileğini burkunca. Ancak durumunun iyi olduğu ve yarın gece Toronto maçında oynayabileceğini öğrendik. Fakat 14 dakikada kullandığı şut sayısı düşündürücü. Nelson beklenen oyundan uzak ama J-Will özellikle hücumda asist yönünden bu açığı kapatıyor. Carter sakatlandıktan sonra Howard'a top inmesi ve oyunu hızlandırma çabası galibiyeti kolaylaştıran etken oldu. Barnes'ın kötü bir şut gecesi olsa da verimli süre dağılımı ve yine %50 civarında şut yüzdesi yakalanması önemli artılar. Fakat takım olarak 76ers maçındaki 28 asistten sonra 21e düşülmesi dikkat edilmesi gereken bir konu. Şutör takımlar daha çok asiste ulaşmalı. Nets gibi genç bir takımın ise Magic'i yeebilmek için %38'den daha yüksek bir şut yüzdesine ihtiyacı var. Howard'ın ilk 20-20'sini Carter'ın çoğunda oynamdığı bir maçta gelmesi de manidar.
Asıl güzel maç yarın gece Toronto ile olacak. Hidayet eski takımına karşı oynayacak ilk kez. Bu arada Hidayet dün geceki maçta Toronto'nun Memphis'e yenildiği maçta 14 sayıyla oynadı.
Facebook'ta hesabı olanlar bilirler bir çoğu da halen oynamaktadır belki bu oyunu. Farmville şu sıralar dünyanın yeni çılgınlığı. Kavga, dövüş, kan, hakaret olmadan sadece ekin ekip biçerek ve hayvancılık yaparak stres atılan, çiftlik yönetilen bir oyun. Tabii sevgili renk tutkunu taraftar arkadaşlarımız üşenmemişler, çiftliklerinde takımlarının armalarını oluşturmuşlar. Muazzam olmuş her biri. Bunları Göztepe'ye adanmış olan DeliChe Sevdik blogunda gördüm ve paylaşmak istedim. Hem kendisine hem de büyük ihtimalle saatlerce uğraşarak bu alternatif sanat eserlerini ortaya çıkaran arkadaşlara onlarca teşekkür.