Sayfalar

15 Temmuz 2010 Perşembe

İspanya - Hollanda finali hakkında

Maç öncesi ne yazdıysam onu izledim. Şaşırmadım böyle bir final izlediğime. Şaşırdığım anlar da oldu ama onların çoğu da hakemin verdiği kararlara dair anlardı. Maç boyu Hollanda'nın geride beklemesini eleştirenler şunu unutmasın. Hollanda gücünü biliyordu. Van Bommel ve De Jong ile İspanya'nın yaptığını yaparak onu durduramazdı. Rakibi "döverek" durdurmak da gerekmezdi ama biraz diş gösterip rakibi yıldırmak her maçta olabilecek bir şey. Faul olmadan biten kaç futbol maçı olmuş ki dünyada? Yeri gelince -halısahada- "futbol bu erkek oyunu" diyip bacak kıranlar izlediği maçta iki fazla faul görünce çok faullü oynadılar demeyin...

Maçın ilk 20 dakikası süper baskılı ve hızlı bir şekilde başlamıştı. İspanya sürekli pas yaparak rakiplerinin sinirsel ve fiziksel direncini kırmak isteğindeydi. Hollanda rakibini durdurmak için, sert oynamak dışında,top ayağında olan futbolcuya değil topu ayağında bulunduran futbolcunun pas opsiyonlarını kapattı. Böyle olunca Pique ve Puyol aralarında paslaşmak zorunda kaldılar ve İspanya'yı uzun toplarla oynamaya zorladılar. Aynı şeyi İspanya da Hollanda'ya uyguladı ve İspanya kadar iyi pas yapabilen ayaklara sahip olmayan Hollanda daha çabuk pes etti ve topu daha çabuk ayaklarında uzun toplarla çıkarmak zorunda kaldı.


İlk 20 dakika çoğunlukla böyle geçerken Sergio Ramos'un topu kaleye gönderemediği kafa şutu gol olsa maçın gidişatı kuşkusuz çok farklı olurdu. Hollanda ileriye çıkmaya başlar, daha az faullü oynardı.

Hollanda'nın emektar kaptanı Torres yerine ilk 11'de başlayan Pedro'yla adam adama oynadı. Öyle ki bir pozisyonda Hollanda defansının sağına geçen Pedro'yu takip ediyordu Hollanda'nın sol beki olan Giovanni van Bronckhorst. İlk yarının ortalarına doğru, hızlı başlayan maçın temposu doğal olarak düştü. Adrenalin yaratmak lazımdı bu dakikalarda ve hırslı-sert futbol oynayan Hollanda'da De Jong net kırmızı görmesi gereken bir hareketle Xabi Alonso'nun göğsüne kramponu geçirdi. Sarıyla yırtması ilginç... O pozisyonda yırtmış olması daha ilginç.


Ramos'un kafa şutu dışında heyecanlı pozisyon göremediğimiz ilk yarıda Hollanda centilmenlik yapacağım derken İspanyol kaleciye topu gönderdi. Top az kalsın kaleye giriyordu ki Casillas topu kornere çelebildi. O pozisyondan sonraki pis bakışları da görülmeye değerdi.

Hollanda devrenin sonuna doğru birkaç güzel organizasyonla rakip kaleyi zorlasa da sonuç alamadı. Devre boyunca iki takımın da sadece duran toplarla tehlike yaratmaya çalışması yeteri kadar sıkıcı kıldı ilk yarıyı.


İkinci devre yine aynı başladı. Fakat iki takım da uzatmalara gitmesini istemiyordu. Pozisyon üretme çabaları ilk olarak Hollanda adına sonuç verdi. Sneijder'in Robben'e verdiği nefis pas ve Robben attığı inanılmaz deparla maçın en net pozisyonunu yakalayan turuncular Casillas'ın ayağına takıldı. Ah işte o gol olsa... "Hollanda akıllıca oynadı", "Hollanda kaderine isyan etti" vesaire şeyler yazılır çizilirdi.

Del Bosque, Gio'nun adam adama oyununa maruz kalıp yorulan Pedro'nun yerine Navas'ı oyuna aldı. Aşağı yukarı aynı oyun tipine sahip Navas'ın daha savruk bir tekniğe sahip olması ve fiziksel olarak Pedro'ya nazaran daha cılız olması beni önceleri düşündürdü fakat attığı çalımlar ve yaptığı ortalarla İspanya'ya hareket getirdi. Hele ki yaptığı sert ortada arka direkteki İspanyol futbolcu topu kaleye itebilse...


Van Marwijk ise Kuyt-Elia değişikliği ile cevap vermek istedi ama sonuç alamadı. Turnuva boyunca fazla varlık gösteremeyen van Persie ile Elia'yı değiştirse sonuç ne kadar farklı olurdu bilemeyiz ama turnuvanın Hollanda adına en iyi oyuncularından olan Kuyt'un finalde kenara gelen ilk oyuncu olması "enteresandı."

İspanya son 15 dakikada yine daha iyi olan taraftı. Ramos yine kafasıyla gönderdiği topla Hollanda ağlarını havalandırmak istedi ama başaramadı. Ardından 80. dakikada bir pozisyon vardı ki "total futbol"un ne olduğu o pozisyonda açıklandı. Iniesta altı pasta topla buluştu ve kaleci ile karşı karşıya kaldı. Şutunu engellemek üzere Hollanda'nın en çok gol atan oyunucusu Sneijder Iniesta'yı engelledi ve takımının umutlarını tazeledi. Bu pozisyon'un ardından yine bir depar geldi Robben'den bu sefer biraz yorgundu ama yine hem Pique'yi hem de Puyol'u geride bıraktı. Fakat topu biraz açınca Casillas da Robben'in açısını çok iyi kapatınca bir golden daha oldu Hollanda... Eh böyle olunca da maç uzatmalara gitmeyi haketti.
Uzatma dakikalarında kondisyonu düşen Hollanda İspanya'ya daha fazla pozisyon vermeye başladı. Fakat Hollanda defansı Gio'nun kanadından çokça açık vermeye başladı. Gio kendi kanadından gelen iki tane atağı önledi. Tecrübesi ve oyun zekası o iki pozisyonu engellemesindeki önemli etkenlerdi. Fakat van Marwijk Gio'yla oynamaya cesaret edemedi. Ömer Üründül sakatlanıp çıkmak zorunda kaldığını söylese de inandırıcı değildi. Turnuva boyunca dediği ne inandırıcıydı ki?! Neyse Braafheid'ın oyuna girmesi Hollanda'nın sonu oldu. Turnuva'da ilk kez forma giyecek Braafheid'ın bu şansı finalde bulması bir kumardı. Sol bek olmamasına karşın defanstan anlayan Boulahrouz girebilirdi oyuna... Heitinga'nın atılması Luis Suarez'in atılmasından daha makuldu. Ama İspanya'nın yenmesinin önüne geçemedi Heitinga da... Ne Elia, ne van der Vaart ne de Braafheid değişiklikleri sonuç vermedi ve İspanya sol bekten Iniesta ile golü buldu tam da 116'ıncı dakikada... Bir kaç dakika daha ayakta kalsaydı Hollanda maç penaltılara kalacaktı ancak yıllarca yarı finallerde penaltılarda elenen Hollanda penaltılardaki şanssızlığını da yenebilecek miydi bilemeyeceğiz...

Robben o golleri kaçırmasa, Ramos henüz ilk 20 dakika içerisindeki pozisyonunu kaçırmasa, de Jong Xabi Alonso'ya yaptığı harekette kırmızı kart görse, Stekelenburg ve Casillas karşı karşıya kaldığı pozisyonlarda topları kurtaramasa, hikayelerin hepsi çok farklı yazılabilirdi... Boş konuşuyoruz demek değil niyetim ama diyeceklerimizin-dediklerimizin hiç biri dilimizin ucunda olan, ucundan çıkan şeyler değil... Tuşladığımız her kelime gözümüzü ayıramadığımız o pabuçların ucundan çıkarttırılıyor biz edilgen yorumculara...

Maçın kader adamları: Iker Casillas, Sergio Ramos, Arjen Robben, Marteen Stekelenburg ve kesinlikle Howard Webb...

13 Temmuz 2010 Salı

Kaka’yı savunanlara da benden bir kırmızı kart!

Herkes bu pozisyonda Keita'yı suçladı. Çünkü Keita yüzüne müdahale olmamasına karşın yüzünü tutmuş ve yere düşüp kıvranmış ve Kaka aslında Keita'ya bir şey yapmamış. Keita yaptığı bu rol sayesinde Kaka oyundan atılmış. Keita'nın yaptığı rol gibi kaçabilir, aslında da rol yapıyor. Çünkü müdahale Keita'nın diyaframına karın boşluğuna geliyor. Yüzünü tutarak yere düşmesi aldatmaya yönelik hareket gibi gözüküyor. Tamam Keita yanıltıyor ama Kaka'nın hiç mi suçu yok! Kaka Keita'ya vurmadı mı? Bu pozisyonu "Keita koşarken Kaka'ya bilerek çarptı ve kendini yere attı. Sonrasında da Kaka haksız yere ikinci sarıyı gördü ve atıldı" diye yorumlayanların, onlar bana bakmıyorken ve Keita'nın temposunda koşarken diyaframlarına-karın boşluklarına vücudumun en sivri ve kemikli bölgesi dirseğimle vurmak istiyorum. O zaman anlarlar Kaka'nın ne kadar da haklı bir şekilde oyundan atıldığını...

Keita'nın gidişi


Satıldığına üzülmedim dersem yalan olur. Ama kazan kaldırmadım. Kaldıranları da anlamadım. İyidir, hoştur, hırslıdır, çalımcıdır, sihirbazdır, müthiş hızlıdır, çok sert şutları vardır, asistleri de iyidir ama bir Harry Kewell gibi değildir... Efendi, adil oyuna yakışır hareketleri olan, maç seçmeyen, pozisyon seçmeyen bir oyuncu değildir Keita. Hedefi olan bir oyuncu değildir Keita. Kariyerinde Lille, Lyon ve Galatasaray zirvede gezdiği yıllarda oynayabildiği takımlar arasında kalacaktır. Daha 28 yaşındayken Al-Sadd kulübüne geri dönmeyi kabul eden bir futbolcu hedefsizdir. Ya da hedefi sadece para kazanmak olmuştur. Galatasaray'ın göndermesindeki en büyük niyet ve heves de bu idi. Adnan Sezgin gelmiş de Haldun'un oyuncularını gönderiyormuş gibi bir şey değil. Gitme ihtimali haftalarca gazetelerde yazıldı. Yazıldığı zamanlarda da Haldun görevine devam ediyordu. Taksitlerinin yarısı ödenmemiş 7 milyon Euro küsüre alınıp nakit olarak çil çil 8 milyon Euro küsüre satılan Keita ticari bir amaçla satılmıştır ve son yıllarda büyük kulüplerin arasında satışı yapılarak takıma para kazandıran bir kaç yıldızdan biri olmuştur... Yerine de eksik kaldığımız bölgeye orta sahaya Lorik Cana gibi niceleri transfer edilebilecektir artık... Rahat olun Keita'yı bir sene ararız daha da aramayız... Bu arada Al-Sadd'daki lakabı da Hayalet-miş Keita'nın.

Kral olmaya adı yetti!


Dünya Kupası gol kralı kim olur bahisleri ilk açıldığında Thomas Müller'i aday göstermişler miydi acaba? İddaa muhtemelen "diğer" şıkları arasında yer vermiştir kendisine... Ama o artık diğerleri gibi değil. Sanki diğerleri gibi olmayacağını ispatlamak istermiş gibi Almanların dünya kupalarındaki en golcü ismi Gerd Müller ile aynı numarayı sırtına geçirmişti. Belki de o formayı "Müller geleneği" devam etsin diye ona giydirdiler...

Formanın kerametinden midir, soyadının getirdiği "gol çekmesi"nden midir bilemeyeceğiz ama son dünya kupasının gol kralı Thomas Müller oldu. Üstelik attığı gollerle uzanmadı bu unvana!! Yaptığı asistler onu aynı sayıda gol attığı David Villa, Wesley Sneijder ve Diego Forlan'dan ayırmış. Böyle gol kralı ilan edildi Müller... Benim bu duruma çokça itirazım var! Oldu olacak ikili averaja baksalarmış bir de! Birbirleriyle oynadıkları maçlarda kim kime daha çok çalım atmış ona da baksalarmış... Gol krallığının Müller'e gitmiş olmasının tek bir şey anlamlı kılar o da 6 maçta 5 gol atmış olması yani gol ortalaması. Diğerleri hep 7 maçta atmışlar 5 golü... Ama FIFA Müller'e gol krallığını daha çok asist yaptı diye veriyorsa David Villa da şampiyon olan takımda oynuyor onun günahı ne?

Gerd Müller dünya kupalarında Almanya formasıyla 14 gol attı. Klose de 36 yaşında 2014 dünya kupasında olmazsa G. Müller'in takipçisi olarak kalacak. Henüz '89 doğumlu olan T. Müller önümüzdeki yıllarda bu ikiliyi geçebilecek mi göreceğiz...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Hidayet Phoenix Suns'a Takas Oluyor! Oldu!

Az evvel ajanslara düştü bu haber. Phoenix Suns Raptors'ta mutlu olmayan Hidayet'i alıyor, Jose Calderon'u Bobcats'e giderken görüyoruz, Leandro Barbosa'yı da Toronto'ya takas ediyor Phoenix. Pakete Bobcats'in katkısı da, Diaw ve Tyson Chandler'ı Raptors'a yollayarak oluyor. Toronto'dan 3. adamın daha ayrılması söz konusu, bir dolu da nakit akışı olacak büyük ihtimalle. Toronto bu takasta Bosh'un sign-and-trade'inden gelen 14,5 milyonluk trade exception'a da dokunmuyor üstelik. 3 takım için de hayırlı gibi bu takaslar. Kesinleşince üzerine daha konuşulur da bakalım Hidayet Suns'ın run and gun'ına ve Nash'in hakimiyetine nasıl bir tepki verecek? Ya da 36 yaşına gelen Nash'in yerine yeni bir sistem mi kurmak istiyor Suns? Hill ve Hidayet'in iletişimi nasıl olacak o da ayrı bir konu.

Bu arada Barbosa'yı da draft eden adamın Colangelo olduğunu hatırlatmak gerek. Suns Hidayet dışında Olympiakos'tan Childress'ı da getiriyormuş, o da hayırlı olsun bakalım.

Edit: Bobcats takastan çekildi, Atlanta Childress'ın hakları üzerinden gelecek senelere ilişkin draft hakkı aldı. Barbosa Toronto'ya, Hidayet Phoenix'e, Childress 5 yıl ve 30 milyonluk sign-and-trade ile yine Phoenix'e geçti. Hepsine hayırlı olsun. İlk izlenim Hidayet'in Nash'in gelecekteki alternatifi olarak düşünüldüğü. Yeniden Batı yakasındaki bir Hidayet'i izlemek heyecan verici olacak.

11 Temmuz 2010 Pazar

Son vuvuzela ötmeden...


Emek Ege bugünkü ilk canlı yayınına "tarihi finale artık saatler kaldı" diye başladı. "Klişelerin hastası (!)" biri olarak finale tam bir saat kala "futbol dolu bir ayı geride bırakmamıza artık saatler kaldı" diyerek başlayayım dünya kupasının son maçının oynandığı son günde yazacağım yazıma...

Turnuva başlamadan yayınladığım "Holladalıyım futbola doymalıyım!" başlıklı yazımda Hollanda sempatizanı olduğumu açıklamıştım. Hatta en sonunda da "Şampiyonada tüm maçlarını takip edeceğim takım Hollanda olacak." diye eklemişim. Sayelerinde çok güzel maçlar ve goller izledik, finali de izleyeceğiz.

Dünya kupalarında Hollanda'yı tutmak da bir klişe olarak kabul görebilir. Cruyff-sever bir insan olarak Hollanda taraftarlığım kolayca açıklanabilir ancak bu turnuvada farklı bir nedenim daha var. O da -belki de bir çok insanın Hollanda'yı tutmasının nedeni olduğu gibi - Arjen Robben! Kendisini Real Madrid'de oynadığı maçlarda çokça yerdim! Hatta kendisini yaklaşık 1,5 yıl önceki bir Madrid derbisinde sahanın en kötüsü olarak nitelendirmişim. (bknz. En sevmediğim futbolcu egosuna kurban olan futbolcudur. )

Robben Real Madrid'den gönderildikten sonra Bayern'deki performansıyla Real'dekilere kim olduğunu bir kez daha kanıtladığı gibi milli takımının da en kilit oyuncusu olacağını gösterdi. Sneijder istatistiki performansıyla da Robben'e nazaran biraz daha önde gözükse de bu akşamki maçta maçı Hollanda lehine çevirebilecek bireysel yetenekleri en üstteki kişi Robben'dir! Hollanda'nın orta sahası normal bir lig takımı için -bahisçi terimiyle- 2,5 üstü değil ama 1,5 üstü bir kaliteye sahip. Çok iyi kesici olmalarının yanında çok iyi birer çalımcı ve pas dağıtıcı değiller İspanya gibi. İşte İspanya'yı bu akşamki finalde öne çıkaran nedenlerden biri bu.

Hollanda'lıyım ama İspanya'nın kupayı kazanmaya daha yakın görüyorum. Çünkü;
  • Hollanda'nın defansının araya atılan paslarda nasıl bir buhrana doğru sürüklendiğini Brezilya'nın attığı golde izledik. Brezilya arapasları çok iyi yapabilen bir takım değil ama İspanya bu işin kitabını yazsa bestseller olur... Bu akşam İspanya eğer Almanya karşısındaki 11'le sahaya çıkarsa Hollanda defansının arasına atılacak her pas gol tehlikesi olur...
  • İspanya eğer Torres'le başlarsa işleri zora girer. Villa'nın en uçta başladığı veya bitirdiği maçlarda İspanya'nın kazanan taraf olduğunu gördük. Del Bosque kazanmak istiyorsa yine Torres-Pedro değişikliği ile başlar...
  • Hollanda ise atak karşılarken kaptığı topları 3 pasta rakip ceza sahasına taşıyabilen bir takım. Bunu da inanılmaz bir hız ve isabetle başarıyorlar. Robben'in Slovakya maçında attığı golde De Jong'un Robben'e attığı pas ve yine Sneijder'in Kamerun maçında Robben'e attığı pas (Klaas Jan Huntelaar'ın golü) bunun mükemmel iki örneği. Zaten bunu çok iyi yaptıklarını Euro 2008'deki Fransa ve İtalya maçlarında da görebilmekteyiz. Bu konudaki en önemli soru ise İspanya buna izin verecek mi? Ya da Hollanda İspanya'ya bunu kabul ettirebilecek mi??

Bugünkü maçta İspanyol orta sahası ve Hollanda orta sahasının teknik kapasitelerini ve taktik zekalarının karşılaşmasını izleyeceğiz... Hollanda defansı en önemli sınavına çıkacak. İspanya takımı ise çağımız futbolunda en iyi olduklarını tarihe altın harflerle yazdırmak isteyecek. Hollanda artık bir kupa kazansak isyanını sonuca dökmeye çalışacak. Sneijder Hollanda futbolunun, David Villa da İspanya futbolunun efsanelerinden olmak için sahada olacak... Son vuvuzela ötmeden bir klişe daha yapalım ve kim kazanırsa kazansın kazanan total futbol oldu! (bknz. Cruyff-Hollanda-Barcelona)
Teşekkürler Cruyff...

Vuvuzeladan Parke Gıcırtısına


Birkaç hafta öncesi olacak, İngiltere-Almanya maçını dışarıda, çay bahçesinde izlemek için sözleştik arkadaşımla. Maça yaklaşık bir buçuk saat kala kendimizi, repertuarımda olmayan Pes 2010 oynamak için playstation salonuna attık; haliyle oynadığımız dört beş maçtan ortalama 5 farklı mağlubiyetlerle kalktım. Yenik pehlivan sıfatıyla, sürekli bir maç daha istememden dolayı maçı kaçırma tehlikesiyle apar topar hesabı ödemeden tüydük, şaka tabi ki, dağ başı değil orası, herif çeker vurur yoksa! Tabi, 5 farklı yenilgilerin kızgınlığıyla da, 'erkeksen nba 2k10'da gel' demeyi de ihmal etmeyerek, yerlerde sürünen seviyenin içine batırdım. Yaklaşık on dakika geç kalmıştık ki, ilk şoku o an geçirdik: koskoca çay bahçesinde oturacak yer kalmamıştı, şehir dünya kupasına kilitlenmişti. Neyse ki, çay bahçesi sahibi derinliklerden çıkarttığı iki sandalyeyle bizi de çoşkulu güruhun içinde bir yerlere dahil etti. Allah'ın sevgili mi yoksa cehennemin seribaşı kullarından mıyız, bilmiyorum ama, bir dünya kupası tarihçisi abimizin hemen arkasına düştük. Her atak sonrası, bize dönüp, tarihin derinliklerinden o hücum varyasyonuna benzer bir tane çıkarıp duruyor. Tabi abimiz yetmezmiş gibi,bir de Almanya'nın gollerinde kopan gürültüyle dolunca kulaklarımız tarihin farklı bir evrim aşamasında olduğuna kannat getirdik arkadaşımla. Bu arada baktık; abimiz de duracak susacak gibi değil, devre arasında sandalyeleri üçer beşer sıra sola doğru kaydırdık. Ama Almanya durmak bilmiyordu. Almanya attıkça vatandaş daha heyecanlanıyordu. Arkadaşım bir ara bana doğru dönüp, 'muhtemeldir, iddaacı gruptur bu bağıranlar,' dedi. Şöyle etrafı göz ucuyla kestim; 'yok,' dedim 'bu başka bir şey,bu bağıran grubun kesinlikle iktidarsızlık sorunu var ,değilse ben böyle bi hastalık görmedim açıkçası, tıbben tanımsız.'


Arkadaşlarımla, bir evde toplanıp, gecenin bir yarısı, bir Nba maçı izlemeyi hayal etmiştim, şükürler olsun, hem de abartarak, bu hayalimi üniversitedeyken gerçekleştirdim ama, şu manzaranın doğabileceği aklımın ucundan geçmezdi; anlaşılan başka bir dünyada yaşamaya başlamışız. 70lerde 80lerde, köylerde elektrik olmadığından, dünya kupalarını avrupa maçlarını izlemek için, geceyarıları, onarlı yirmişerli gruplar halinde inerdi il/ilçe merkezlerine gençler. Bu modern anlamda bir hicrettir aslında: futbol hicreti. Hem de yıldızların cılız ışığında düşe kalka yürünen köy yollarında... O gençler yokluktan kahvehaneleri tıklım tıklım doldururlardı. Cayır cayır yanan elektriğin ortasında, evimizden iki adım uzaklıktaki kahvehanelerde, bahçelerde toplanıp maçlar izliyoruz bu gün. O günler, bütün takımlar gençler için birdi, futbolcuların hepsi siyah beyaz giyinikti ekranda, sadece futbol aşkına kilometreler yürünür, ağrıyan en fazla ayaklar olurdu yürümekten. Bu gün ses, gürültü yoruyor, görüntünün cafcafı yoruyor,aval aval dikiyoruz bakışlarımızı ekrana, ama futbolu sporu anlamakta konuşmakta günler akıp geçtikçe daha da zorlanıyoruz. Bu girdiğimiz hastalıklı bir çağ.


İşte, Almanya'nın gollerine maçı anlatanıyla yorumcusuyla havalara uçulan bu dönemde biz çobansalata olarak aklıselimi bırakmıyoruz ve canımızdan bir parça basketbol için de yaşıyor düşünüyoruz. Dünyanın açlıkla imtihan vermeyen bölümü; tüm iddia programcı yorumcularını işsiz bırakarak, istihdam politikalarını yerle yeksan eden Ahtopot Paul'ün maç öncesi seçeceği kutuya odaklanmışken; biz, çoluk çocuğun ekmek parası için bir yerlerini yırttığı Orlando yaz liginden ilgimizi eksik etmedik. Bu arada dikkatimi çeken ahtopot Paul'ün hep, kendine göre sol kutuyu seçmesi oldu. Bu da akla Ahtopot Paul'un solak olma ihtimalini getiriyor. Neyse, sağolsunlar, Gundy, Doc Rivers gibi isimler de bizi yalnız bırakmadılar, onlar da yaz liginde hazırdılar tribünde, en azından iki kelam edecek adam bulduk o can sıkıcı maçlarda.Yine sağolsun, Michael Jordan da ziyaret ettiler, eksik olmasınlar.Çobansalata olarak bizi daha çok ilgilendiren Magicti; bu nedenle sadece Magic maçlarını izlemeye çalıştım; Semih'in hatrına Boston maçlarına şöyle ufaktan bir iki dakika harcadım, ancak pişman oldum; nitekim bu maçlarda at izi it izine bolca karışıyor, maçlar karmaşık ve ağır. Yaz liginin, yanılmıyorsam, ilk gecesinden sonra Duhon'un şehir kapısından girdiği haberi geldi. O günden sonra Gundy ve benim yüzümden tebessüm eksik olmadı, ikimiz de tüm günümüzü yanımızdakilerine el şakaları yaparak geçirdik, tadını çıkarmaya baktık maçların. Gundy ve ben neden huzurluyduk ve neden bu kadar rahatlamış görünüyorduk ve neden biz? Gundy, o kadar sevinç doluydu ki, hemen Duhon'un numarasını almış bedava mesajlarından çekmeye başlamıştı bile. Gundy'den gözümü ve aklımı ayırdığımda,Duhon takıldı aklıma. Smith'e kızdık ettik, ancak hakkını da verelim adam akıllı düşündüğünde oltaya iyi ve iri balıklar da çekiyor. İki hafta önce başlamıştı C.Paul-Magic yakıştımaları, dedikoduları gazete sayfalarında, internette. Paul yetenekli çocuk, katıldığı grubun basketbol kalitesini artıracak bir çocuk, ama Magic'e gelmesi halinde o 4-5 senede ancak yerleştirdiğimiz tereyağından kıl çeker hücumu, tereyağındaki kılı hayvan gibi kolu daldırarak çıkarılır şekle sokacağı da aklıma geliyor ve inceden sıkıntıya gark ediyordu bu söylenti beni. Haberler her ne kadar Hürriyet-Kelebek eki haberi niteliğindeyse de can sıkıcı işte. Sonuçta, kimine göre, dağ fare doğurdu; ama, kanımca bu sezeryan doğma fare yeni mahallesine kolay uyum sağlayacaktır.Yıllarca protez bacaklarla savunma yapmaya çalışan New York'un en disiplinli, işini ciddiye alan iki oyuncusundan biri kafasına göre bir yere geldi. Geçen seneki aceleye getirildiği aşikar transferlerden dili yanmış Magic, düşünerek tartarak yapacağı hamlelerle- ki ilk hamle gayet yerinde- üç kulvarda birden şampiyonluğa oynayactır/futbol zehirlenmesi. İşin teknik, taktik kısmına sezon başlamaya yakın değineceğim; yani 1-2 oynar mı bu adam, nasıl oynar, Nelson'la süreleri nasıl paylaşırlar gibi. Ama , görünen ve duyduklarımız, Gundy'nın bu oyuncuyu mutlaka işleyeceği yönünde; Duhon da inşallah,geçen sezon kaybettğimiz saha içindeki aklı bir nebze olsun yerine getirecektir; ki, Gandi babanın Duhon'dan azami verimi alacağına şüphem yok. Gundy ve benim yüzümüzde tebessüm bırakan bu hamlenin nedenlerinden biri de; yaz liginde denediğimiz oyun kurucuların, yaramıza bırakın merhemi, vazelin bile olamayacak kadar enteresan adamlar olmalarıydı. Randle'ı denedi ısrarla Pat Ewing ilk maçlarda; hücumda paylaşmayı seven bu arkadaşımız, sevimli de bir adam, enerjik ve olağandışı hareketli ama, mesela, ilk maç İndiana maçıydı, o maçta rakip oyun kurucu(Stephenson) dümdüz etti, karşısında kimse yokmuş gibi oynadı. Son maçlara doğru ise topu Stinson ve Crawford'un eline teslim etti. Özellikle Crawford rahatlıkla skor yapabilen bir arkadaş olmasına rağmen, savunmada her ikisi de, bir Magic klasiği olan rakip oyun kurucuları milli oyuncu yapma potansiyeline sahipler; ve arzuladığımız o aklıda ortaya koyacak oyuncular değiller. Bu şartlar altında kara kara düşünmemiz gerekirken, gelen Duhon haberi Gundy ve bana rahat nefes aldırdı; 'amaan,başlarım maçına,yemişim guardını' havasına soktu ikimizi de. Hatta, Gundy, bu gazla, üç dört sıra arkada maçları izleyen Doc Rivers'a, 'seneye görürüz Rondoyu bizim maçlarda' şeklinde o bedava mesajlarından atmıştır diye de düşündüm. Birkaç gün sonra, Gundy'i gördüğümde, 'Baba duydun mu,LeBron Miami'yi seçmiş.Bu sene nasıl durduracağız bu adamları,' dediğimde,haberin Gundy'nin hiç şeyinde olmadığı açıktı. (Bu arada değinmesem olmaz: LeBron'un kararını bir saatlik bir ESPN programında açıklaması, ve kararını açıklamadan önceki yarattığı ortam ve takınılan tavırlar; güngörmemişliğin ve yozluğun birebir örnekleri olmuştur, basketbol bu dönemi on yıl ya da yirmi yıl sonra utançla karşılayacaktır.) Ne yalan söyleyeyim, ben de tedirgin değilim esasında; bunun da basketbol kısmını ayrıntısını daha sonraki bir yazıya ayıracağım ama şöyle inceden değinelem: televizyonun şöhret etmediği bir oyunu/basketbolu tercih ettiğimiz ve sevdiğimiz için, ne-aslında- aynı zihniyette olanların dedikleri gibi hasetle ve dayanaksızca "o kadar yıldız birarada oynar mı?" diyeceğiz; ne de Cleveland'ı her sene başında sezon-öncesi şampiyon yapan akıl fikir yoksunu adamlar gibi "Miami açık ara şampiyon olur," diyeceğiz. Bu arada, birkaç cümle önce parantez içindeki düşüncelerime bir örnek daha yaşadık aslında: Hido, Bosh için, onun için en iyi yer burası(yani Toronto), her topu kullanabileceği başka bir takım bulması zor, demişti. Daha sonraları ise, Bosh, gideceği takıma 'ekleme(addition)' olarak değil ,takımın merkezindeki oyuncu olmak için gideceğini söylemişti. Birkaç hafta sonra da arkadaş, Wade ve LeBron'un takım arkadaşı oldu, kendi isteğiyle. Şimdi merak ediyorum ve kendisine acileten sormak istiyorum: Acaba o çok şişkin egonuzu burada nasıl tatmin edeceksiniz ve hakikaten burada merkez olacağınızı mı düşünüyorsunuz? Ben cevaplayayım mesela;Bosh'un olabileceği en fazla ilçe merkezidir. Garnett Boston'a giderken kanatlarda Pierce ve Allen'ın olduğunu biliyordu, ve kanatlarda bu kadar iyi olan takımda onlara sürekli perde yapmak, onların hareketlerini takip etmek zorunda olduğunu biliyordu, ve hiç gocunmadan tam bir basketbol emekçisi gibi, her pozisyonda perdeye gitti, savaştı didindi. Minnesota'da da aynı şekilde her top için canla başla didindi. Peki şimdiki Bosh, kariyerinin hiçbir döneminde hamallık yapmamış, takımı kötü gittiğinde takım arkadaşlarını kendinden ayıran süpernova yıldız oyuncular gibi demeçler varmiş bu arkadaş, Lebron ve Wade'in hamallığını hakikaten başarabileceğine inanıyor mu? Neyse, bu hususlara daha çokça gireriz, biz 'biz'e gelelim. Kanatlarında Wade ve Lebron'u bulunduran Miami'yi görünce, bu yaz liginden kanatlara takviye yapabilir miyiz diye de sahada oldu gözlerimiz. Bir Messi ve Robbenimiz yok belki, ama kanat organizasyonlarımız ligin dilinde. Ama, ne yazık ki buradan da ekmek yok gibiydi. Bu pozisyonda, Jr.Ewing, Donell Taylor ve ikinci tur seçimimiz Stanley Robinson'u denedik ağırlıklı olarak. Adamakıllı hücumlarımızı genelde Taylor'un üzerinden oynadık, yalan yok, başarılıydı da arkadaş. Ama Magic sisteminin içinde ne kadar işe yarayabilir, pek emin değilim. Jr.Ewing'in ise iyi bir kontrata, tribüne, güzel kızlara, Türkbükünde bir yaz tatiline oynadığı açıktı; açıkçası, yemezler Ewing. Stanley Robinson'a gelecek olursak,ikinci turda tarafımızdan seçilmesinden dolayı, reklamı bol döndü Sentinel sayfalarında. Şimdi Sentinel'i okuyup da bu maçları izlememişseniz, sakın aldanmayın derim o yazılan çizilenlere. Robinson'un seneye Magic kadrosunda olması için sağlam bir Florida senatör torpili olması gerekiyor gibi.


Gundy pek çaktırmadı belki ama, tahminim o da benim gibi en çok pota altı oyuncularına dikkat kesildi. Bu pozisyonda bu sene burdan sağlam eli yüzü düzgün bir adam çıkarırsak Gortat'ı rahatça takas edebiliriz düşüncesi vardı aklımızda. İlk hamlemiz drafttan Orton'u seçmek oldu ilk turda. İlk maçın ilk dakiklarıyla birlikte merak kendini karamsarlığa bıraktı. Orton da ne yazık ki ilk turda seçildiği için Magic forması giyecek gibi. Pozisyon bilgisi, mücadelesi, rebound sezgisi, takipçiliği arkasında oynatılan Jeff Adrien'in çok çok gerisinde kaldı. Öyle ki, yirimişer dakika süre aldığı iki maçta sıfır ribaundla bitirdi maçı, son maçlara doğru bench'i ısıtmak durumunda kaldı. 24 yaşındaki Adrien ise oynadığımız 5 maçın dördünde görev aldı ve mücadelesiyle, gözü pekliğiyle Nba'de sadece savunmalarıyla kontrat alan, Amir Johnson gibi adamlar kadar olabileceğini de gösterdi. Tek dezavantajı pozisyonu için birazcık kısa olması; ama yüreği büyük bir akadaş Adrien. Hatta bir tane de "double double"ı var bu yaz. Takımımız adına bu yaz liginin en önemli adamı, kuşkusuz ismi ve reklamıyla değil, sahadaki gayreti ve oyunuyla Paul Davis'ti. Clippers ve Wizards'ta harcanan 26 yaşındaki bu arkadaş, sahada basketbol oynamayı en iyi bilen kişi olarak gözüktü. Zor gözükse de denenmesinde zarar olmaz diye düşünüyorum, en azından 15 kişilik kadroda olması gerekir sanki. Tabi, bizim istediğimiz, Howard kenardayken, onun rakiplerine uyguladığı yıpratıcılığı verebilir mi; zaten düğüm de gelip burada kördüğüm oluyor. Bakalım uzun tercihimiz nasıl olacak bu düşüncelerden sonra? Şimdi Las Vegas'ta başladılar bir de bu maçlara. Takip etmesi, sıkılmadan izlemesi hakikaten zor, hatta vuvuzela dinlemek daha katlanılır, ama; dünya gözlerini meşin yuvarlakan ayıramıyorken, biz çobansalata olarak rahmetli Naismith'in hatrına Amerika semalarında gezinmeyi sürdürüyoruz.

(Not: Bu da güzel bir not,okuyalım;Gundy baba için boşuna adam demiyoruz: http://blogs.orlandosentinel.com/sports_magic/2010/07/stan-van-gundy-will-not-watch-lebron-james-espn-announcement-special.html )

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Messi Classic

Bu da "Herkes Messi'nin Peşinde"nin 2010 Afrika baskısı olsun. Fotoğraf Kore maçından. Afrika'dan aklımda kalan karelerden...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Cana Susamış Cim Bom! İlk İmza!

Bakalım kana susamışlık mı yaptıracak bu adam yoksa Galatasaray'ın yıllardır orta sahada aradığı kan ve can mı olacak. Fransa kariyerinde izlediğim maçlarda fazlasıyla beğendiğim bir isimdi. EPL tecrübesiyle geliyor, umarım Linderoth sonrası çare olur. Hepimize hayırlı olsun Lorik Cana.

Mesut Özil Bizim Futbolcumuz Değil!

Levent Özçelik ve Ömer Üründül iş başındaydı Almanya - İspanya maçında TRT'de. Levent Özçelik zaman zaman başarılı anlatımlarla öne çıkan bir isim olsa da o da fantastik (!) anlatımlarıyla çoğu zaman maçın önüne geçip Üründülle beraber maçın içine edebilen bir ağabeyimiz. Bu ağabeyimizin diğer Almanya maçlarında diğer spikerlerin yaptığı ve benim artık duymaktan sıkıldığım hatta nefret ettiğim şu cümleyi söylemesiyle, ayıptır söylemesi 120 ekran LCD ekran televizyonu parçalamanın eşiğinden döndüm. Televizyona fırlattığım kumandanın fırlattığım yere varmamış olması çok şükür ki beni masraftan kurtarmış oldu ama içimdeki siniri bastırmaya yetmedi haliyle. Çıldırıyorum bu "bizim oyuncumuz" lafını duydukça!

Bakın arkadaşım Mesut Özil bizim oyuncumuz değildir. Mesut Özil 15.10.1988 Gelsenkirschen doğumlu, Rot-Weiss Essen altyapısından yetişme, Schalke'de sahne alma, Werder Bremen'de yıldız olma, Türk asıllı ama Türkiye'ye bayram ziyaretleri ve cenazelere iştirak etme dışında gelmemiş, Alman okullarında okuyup Alman Kültürü ile büyümüş, bildiği yabancı diller İngilizce ve Türkçe olan, Alman bir sevgilisi olan, Müslüman bir Alman'dır. Mesut Özil bir Alman'dır, defalarca kez kendini Alman hissettiğini söylemiş bir futbolcudur.

O yüzden Allah aşkına yeter artık!

Hamit, Halil, Yıldıray bizim oyuncumuzdur ama ne Mesut, ne Serdar ne de diğer Alman, İsviçre milli takımlarını seçmiş oyuncular bizim oyuncumuz değildir. Bırakın bu işleri. Delirtmeyin beni!

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Almanya-İspanya maç öncesi görüş…

 

Aylardan beri bugünü bekliyorum. Kısa ve öz de olsa dolu dolu yazabilmeyi. Turnuvanın en güzel ve heyecanlı maçlarında arasında gösterilmeye aday bir Almanya – İspanya maçı izleyeceğiz birazdan. Herkesin favorisi Almanya. Çünkü hem Arjantin hem de İngiltere’yi 4 golle eledi. Attıkları gollerin dışında oynadıkları güzel futbol da favori olarak gösterilmelerinin en büyük nedeni. Ama bu akşam için ben Almanya’nın İspanya’yı eleyebileceğinden çok emin değilim. Hatta finali Hollanda ile İspanya’nın oynamasını istiyorum. Bu da beni İspanya’nın Almanya’yı eleme ihtimaline meyillendiriyor. Sadece duygusal yaklaşmıyorum. Gerekçelerim var elbette.

Almanya çok iyi futbol oynadı hem İngiltere, hem de Arjantin maçında. Turnuva boyunca Arjantin için yapılan en önemli eleştiri ne idi? Takımın orta sahasız ya da 5 atakçı 5 savunmacı ile oynadıklarından dolayı yaşadıkları-yaşayacakları orta saha zaafıydı. Almanya maçında bunu yaşadılar. Veron o maçta oynamadı bile! Tek başına Mascherano’ya güvenmekse çok anlamsız kaldı. Sonuç orta sahasız bir Arjantin Almanya’dan 4 yedi!

Altın jenerasyon olarak gösterilen İngiliz takımında ise Capello Gerrad’ı sağ kanada, James Milner’ı da sol kanada koydu ve iki oyunucunun sahadan silinmesini sağladığı gibi bir de kanatları çok iyi kullanana Almanya’ya davetiye çıkardı. Stoperdeki ve defanstaki eksikler ve zaaflar da Almanya’nın affedemeyeceği şekildeydi ki Almanlar affetmedi ve kontraya çıktıkları 3 atakta 3 gol bulup İngilizleri kupadan sepetlediler.
Arjantin ve İngiltere orta sahaları, Khedira, Schweinsteiger, Müller ve Podolski’den oluşan futbolu iki yönlü oynayabilen Almanya’nın orta dörtlüsüne mağlup oldu. İngiltere’de birbirine benzeyen oyuncu fazlalığı ve yaratıcı oyuncu eksikliği ile Arjantin’de tek adam dayalı sistem iki takımın da sonunu getirdi. İki takımda da bahsettiğim bölgedeki zaaflar İspanya’da mevcut mu peki?

İspanya dünyanın en iyi orta sahasına sahiptir dese 100 kişiden kaçı hayır diyebilir? Xavi, Iniesta, Busquets bu yıl birarada  40′tan fazla maç yaparak inanılmaz bir uyum içinde. Busquets dışında Xavi de, Iniesta da maç sıkıştığında bireysel inisiyatif alıp skoru değiştirebilecek isimler ve oyunu çok iyi okuyup yönlendiriyorlar. Xabi Alonso sessiz maestro gibi. Uzaktan beklenmedik şutları ise skoru takımının lehine değiştirebilir. Tamam daha fazla zırvalayamayacağım bu adamlar hakkında.

 

Biraz önce İspanya’nın maça Torres’le değil de Pedro ile başlayacağı haberi bence İspanya’yı bir adım öne götürüyor. Gerçi Pedro Barcelona’da ilk 11′de çıktığı maçlarda değil de sonradan girdiği maçlarda daha iyi oyunlar sergiledi. (Şu anda Mustafa Doğan diyor ki…) İspanya’nın zaafı beklerinin ileri çıkması imiş. Arkalarında çok açık bırakıyorlarmış bu bekler. Çağdaş futbolda olması gereken şey de zaten bu değil mi? Beklerle hücuma destek vermek… Ayrıca Busquets ne güne duruyor? Bekler çıkınca bu iki oyuncunun kademesine girsin diye… Neyse Mustafa Doğan Alman’dır ondan diyelim…

Kıssadan hisse kalecisiyle, defansıyla, ortasahası ve forvetiyle dünyanın en iyi isimlerine sahip İspanya, bence bir adım önde olan takım. Hem daha iki yıl önce Avrupa’nın en büyüğü olan takım İspanya finalde Almaya’yı elememiş miydi? Almanya ise yakaladığı İspanya’dan çok daha iyi olduğu için Arjantin ve İngiltere’ye karşı aldıkları galibiyetlerin getirdiği hava ile İspanya’yı eleyebilir. Bence bu maçta İspanyol orta sahasında Mesut Özil kaybolabilir… Gönlüm İspanya’dan yana… İspanya çıksın ki dünya kupası “anadoluya” daha önce bu kupayı hiç kazanmamış bir takıma gitsin…

6 Temmuz 2010 Salı

Hafız Neler Oluyor Ya! Keita Satıldı!

İçimden küfürle karışık yorumlar yapmak, ağza alınmayacak sözler söylemek, ötesinde birilerine hakaret etmek geldi şu haberi duyduğumda. Başımdan aşağı dökülen kaynar su muydu soğuk su muydu çözemedim. Geçen sezon her ne kadar çirkeflikleri de olsa takımı sırtlayıp götürecek performans verebilen, takımı bazı maçlarda tek başına taşıyan adamdı Keita. Dünya Kupası'ndaki hareketleri mi yoksa ciddi parasızlık mı neden oldu satışa bilmiyorum ama önemli bir gücümüzü kaybettik. Arda bu tabloda satılmayacak demek ki, bu transferden ben bunu anlıyorum. Başka neyi anlıyorum, talibi gelirse Elano'nun da yolcu olduğunu. Başka başka? Gençlerle kendinden mucize yaratması beklenen bir adam olduğunu.

Şu tabloda tek güvenebildiğim adam Rijkaard. Gerçi Haldun'u gözünü kırpmadan satan bu zihniyet tazminatını ödeyecek adam bulursa Rijkaard'ı da satmaz mı? Satar.

Galatasaray sezona küçülerek başladı ve benim bu küçülen Galatasaray'ın resminde hala Leo Franco denen adamın sırıtıyor olmasına sinirim kabarıyor. Bravo Adnanlar, demek ki sizin 10 yabancıdan anladığınız Galatasaray'a yabancı 10 futbolcu ile sezona başlamakmış. Tebrikler, aynen devam, bozmayın hiç. Beğenmediğiniz Kewell'a muhtaç kalmazsınız inşallah.

Gurur

Çok büyük bir gurur bu. Genç yaşta Boston gibi takıma çare olarak gitti Semih. NBA'deki 4. aktif Türk oyuncu olacak ve biz onu parkede her gördüğümüzde o büyük gururu, hazzı yaşayacağız. Başarılar Semih, önün açık olsun...

4 Temmuz 2010 Pazar

Adam Olamazsın Dedim

Ronaldo İspanya Maçı sonunda kendisini görüntülemek isteyen kameraman ve muhabire saldırmak üzereyken...

Ben Sana
94 Milyon Euro etmezsin
Yıldız olamazsın
Değil
Adam Olamazsın
Dedim

Kaleci Dediğin

Bu Dünya Kupası'nda nedense kalecilere taktım. Şu müthiş bir enstantane benim için. Skatelenburg Brezilya karşısında o anda 1-0 mağlup olan takımını inanılmaz bir refleksle ipten alırken...

31!

Ve 31'i 1 geçer...

2 Temmuz 2010 Cuma

Futbol Nerede Oynanıyordu?

Bastian Schweinsteiger

Arjantinli futbolcular oldukça sert oynuyorlar ve daha maçın ilk düdüğünden itibaren hakemi etki altına alıp maçı provoke etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Diego Armando Maradona

Bizim kimseden korkumuz yok. Geçen Dünya Kupası'nda kaybedilen maçın intikamını alacağız. Sahaya çıkıp onların yarıalanında oynayacağız topumuzu ve maçı kazanacağız. bu yüzden gergin ve sinirliler. "What's the matter Schweinsteiger? Are you nervoussh?" (Alman aksanıyla Schweinsteiger ile dalga geçiyor " Ne oldu Schweinsteiger, Zinirli misin?")

Klaus Allofs

Mesut Özil kesinlikle bu dünya kupasının en büyük yıldızı. Messi bile onun yanında sönük kaldı.

Carlos Tevez

Bu Almanya 2. Turda elediğimiz Meksika'dan daha kötü bir takım. Meksika çok daha kuvvetli bir ekipti.

Daha maç oynanmadı ama Almanlarla Arjantinliler resmen birbirine girmiş durumdalar. Bu maçta kırmızı kart olması muhtemel gözüküyor bana. Kimse görmese Maradona görür :)

Ağır Ol da Molla Desinler Klaus!

Tam pazarlama stratejisi bu işin adı. Bir kaç takım tarafından takip edilmeye başlandığı anda pazar fiyatını ne kadar yukarı çekebilirim uğraşısı. Aslında Allofs'un derdi Mesut'un performansı, Almanya'ya katkısı falan değil. Allofs yavaş yavaş ovuşturmaya başlamış ellerini, gelmesi muhtemel Euroların hesabını yapıyor şimdiden. Yavaş ol Klaus, ağır ol, bu kadar aleni de yapılmaz ki bu iş. Bu kadar da abartılmaz, dilin kemiği olmasa da, 32 dişin içinde muhafaza ediliyor bildiğim kadarıyla. Abartma, güldürme.

30 Haziran 2010 Çarşamba

POLONYANIN SUYU




Daha ikinci yazımdan su koyverdim gibi; futbol yazmak hiç aklımda yoktu ama, fırsat var madem, ufaktan bir laf açayım.

70-80 yıl önce dünyanın gelmiş geçmiş en sistemli soykırımlarından biri yaşandı Almanya'da. Milyonlarca insan yakıldı, boğuldu, katledildi. Nice insan soykırım laboratuvarlarında ciğerlerine kadar parçalandı. Alman ırkı o günlerde, topraklarında başka bir ırkın yaşamasına tahammül edemedi. İşte o Almanya, bu gün futbolunu; dünyabaşı yapmak, uluslarası listelerde tepeye taşımak için topraklarında doğmamış çocuklara emanet ediyor. Yani 40-50 yıl ülkesinde hakir gördüğü insanların çocuklarından başka bir sömürdüğü kıta olan Afrika'da, ülkesinin bayrağını dalgalandırmak için faydalanıyor, başarı bekliyor. Sadece Almanya değil, birçok Avrupa ülkesinde aynı dramatik ve ironik ortam mevcut. Sözü Polonyalılara getirmek istediğimden bu derin konuyu ayrıca, başka bir yazıda uzun uzadıya tartışmak üzere kenara alıyorum. Şimdi dağılmadan devam edelim. İşte o Almanya, bu gün, Afrika'da Çeyrek final oynayacak; o maç öncesi İngiltere'yi perişan ederken iki adama özellikle duacılar: Podolski ve Klose. Bu iki adamın dünyaya geldikleri hastaneler (en azından hastanede doğduklarını umuyoruz:Opole ve Gliwice Devlet hastaneleri) Almanya topraklarında, ilhakında değil. Yani ari ırktan değil bu iki Alman! Belki 3-4 yıl içinde başka Polonyalıları da göreceğiz Alman milli takımında. Bendeki de şans işte, geldi yazıma meze baharat oldu: mesela yakın zamanda bir haber duymuştum, tanımam etmem ama haberin niteliği açısından ilgimi çekmişti futbolcu: Mainz'da Polanski adında Polonyalı bir futbolcu Polonya milli takımı hocası tarafından oynatılmak isteniyor fakat bu genç çocuk Alman milli takımında oynamak istediğinden bu daveti geri çeviriyor. Google'da şöyle basit bir araştırma da yapınca Almanya'da birçok Polonyalı gencin top peşinde koşturduğunu görüyoruz. Futbolu çok takip edemediğimden kısıtlı bilgi verebiliyorum, affola; ancak böyle bir gerçek sabit.


Peki Almanya'da birden mi çiçekleniverdi bu Polonya sevdası? Hayır gibi duruyor cevap. Futbolla alakasız belki ama, büyük Alman romancısı Günter Grass'ın 'Yüzyılım(Mein Jahrhundert)' adlı romanında bu konuyla ilgili birkaç ifadeye rastlıyoruz: Almanya'da ulusal anlamda ilk mücadele 1902 yılına tesadüf eder; turnuva şeklinde olur şampiyonluk mücadelesi. 7 bölge/eyalet birincisi belirlenir, işin enteresan yanı, bu eyalet birincilerinin hepsi turnuvaya dahil edilmez. Daha enteresanı turnuvaya hiç alakası olmayan, bir tane bile maç yapmadan gelmiş, Prag dahil edilir, Avusturya-Macaristan kontenjanından. Praglılar olağanüstü uyanık çıkarlar, gerçi söylentidir tabi ancak, Karlsruher FV ekibiyle oynayacakları hem çeyrek hem de yarı final sayılan maçlarını Münih'ten Saksonya şehri, Napolyon'un tarihten silindiği şehir Leipzig'e alırlar, daha sonra da Karlsruher FV yöneticilerine maçın iptal edildiğine dair bir telgraf atarlar. Karlsruher maça çıkmaz ve Alman futbol federasyonu maçı Prag'a verir. Kanıtlanmamışsa da böyle olduğu kesin gibidir. Finalde Prag'ın rakibi ise o zamanların multiyetenek,her işten çakan "Herr" Behr'li Altonaer(şimdiki Werder Bremen)'ine 6 tane atan Leipzigtir. "Pantekot yortusu (Pfingsten) günü saat dörtbuçuğu biraz gece final maçı başladı," diyor o dönemi yaşamış gibi anlatan Grass. Maç başlamadan enteresanlıklar başlar; orta noktaya konması için top bulamazlar. Onun öncesinde ise takımlar topsuz ısınmışlardır. Maçta olanları ise hikayeleştirilmiş şekilde şöyle anlatıyor Grass:

"Sonunda top orta çizgiye konduğunda büyük bir tezahürat oldu. Oyuna başlayan,rüzgarı ve güneşi arkasına alan rakibimizdi. Hemen kalemize kadar sokuldular, sol taraftan yaptıkları ortayı, ağaç gibi uzun kalecimiz Raydt zorlukla çeldi, böylece Leipzig'i daha başlangıçta yenik duruma düşürmekten kurtardı. Sonraları karşı koymaya başladık ama sağ taraftan paslarla bizi sıkıştırıyorlardı. Daha sonra ceza sahamızdaki bir karambolda Praglılar gole kavuştu. Pick adlı iyi bir kalecileri olan Pragla ancak zorlu hücumlardan sonra birinci devre bitmeden beraberliği sağlayabildik. Kaleleri değiştikten sonra tutulacak gibi değildik. Friedrich'in ikinci golü ve Stany gol yağmurundan önceki ilk gölünü attıktan sonra, beş dakika içinde Stany ve Riso üç gol daha attılar. Her ne kadar Praglılar hatalı pasımızdan yararlanarak bir gol daha attılarsa da, -tabiri caizse- iş bitirilmişti ve tezahürat çok büyüktü. Stany'ye sert fauller yapan çok çalışkan orta saha oyuncusu Robitsek bile bizim oyuncuları durduramadı. Herr Behr sportmenliğe uymayan Robi'yi sertçe uyardı (Altonearlı futbolcu,ayrıca maçın organizatörü ve hakemi olur,ancak bu maçtan kazandıkları harcadıklarının gerisinde kalır ve zarar eder). Bitiş düdüğünden hemen önce Riso yedinci golümüzü attı."

Grass'ın bahsettiği Stany denen adam Polonya kökenliydi,ve lakabı "iş bitirici"ydi, bugünkü Klose gibi. Bakın tüm bunlardan sonra Grass kitabında Polonyalılar hakkında ne diyor:

"...bizim kısaca Stany dediğimiz Bruno Stanischewski, Polonya kökenli futbolcuların zaman içinde alman futbolu için neler yaptıklarını daha o zaman göstermiş oldu.
"Fritz Szepan'ı ve onun kayınbiraderi Ernst Kuzzora'yı, yani Schalke'li iki as'la, Schalke'nin büyük zaferlerini yaşadığım için hiç çekinmeden diyebilirim ki, Altona'nın şampiyonluğundan sonra alman futbolu hep ileri gitmiş ve bunda almanlaştırılan Polonyalıların oyun şevki ve golcülükleriyle katkıları olmuştur."

Bu gün, taa 100 yıl sonra bile Polonyalılar şevkleri ve golcülükleriyle Alman futbolunu ileriye taşıyorlar. En halisane duygularımızla bize de; 'doğduğun değil,doyduğun yer...' demek düşüyor.

Denizli - Pamukkale - Kongre

Uluslararası Ege Enerji Kongresi için Denizli'deyim, yarın döneceğim, bir kaç gündür yazamamamın sebebi o. Buralara gelmişken Pamukkale'yi görmemek olmazdı. Sevgili kardeşim Memet sağolsun dün akşam götürdü beni. Muazzam bir yermiş gerçekten. Dedemin ruhu şad olsun, çok götürmek isterdi beni, o yanımdaymış gibi gezdim. Döneyim Hierapolis'li, Pamukkale'li fotoğraflardan paylaşırız.

27 Haziran 2010 Pazar

What the F...?

Nooluyo Birader?
Bence Afrika 2010'un şu ana kadarki en güzel enstantanesi...

Günah Keçisi (Scape Goat) Geliyor


Bu film kaçmaz, box-officeler yıkılır, salonlar dolar, taşar, ödüller ardı ardına gelir :P
The Blair Witch Project, Rec, Paranormal Activity halt etmiş :P

NBA Draft 2010

Arşivlik olsun, kenarda dursun. Zamanında yazamadık yazısını. Bu draftin en önemli iki ismi kuşkusuz oyun kurucu John Wall ve şutör gard Evan Turner'dı. Sürpriz olmadan ilk 2 sırada Wizards ve Sixers seçti bu iki oyuncuyu. Wall için en az bir Derrick Rose etkisi yapar denilirken, Turner'da Roy-Kobe arası bir potansiyel olduğu ama işlenmesi gerektiği anlatılıyor. Bu seneki draftlerde Türk oyuncu yoktu. Orlando Magic 4-5 numara oynayabilen Daniel Orton'u 29., 3 numara oynayan Stanley Robinson'ı 59. sıradan seçti. Oyuncuların isimlerine tıklarsanız kendileriyle ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz. Orton'ın kadroda yer bulabileceğini ama Robinson ile sözleşme yapılmayacağını düşünüyorum çok zorda kalınmazsa. Yine spektaküler isimlerin çıkmadığı vasatın altında bir draft oldu. Tutarsa Wall bu sınıfın en çok hatırlanacak adamı olur.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Sobalı Oda, Cenk Hocam, Blog ve Magic Üzerine Kısa Değinmeler

"Gece saat iki suları... Soğuk odamda, zor bela ısıttığım yatağımın içinde dönüp duruyorum, saat üçteki maçı izlemek için beklerken. Portland ekibine Jailblazers denen günler işte. Sheed'in maç sonrası hakem yolu kestiği dönemler... Kings'le karşılaşacaklar. Sanırım, basketbolcuların ısınmaya çıktığı saatlerde ben de sıkıntıdan alev topuna döndüm yatağımın içinde. 2.45'e ayarlı, pembe plastik çeperli, o plastikten de fırlayıp duran gövdesiyle uyduruk saatimin, o uyuz alarm sesiyle, bir an önce seslenmesini istiyorum. Seslensin çalsın ama duyar duymaz sesi, saati kapıp alarmı durdurayım istiyorum ayrıca.(O saatlerin güzel de anıları olur: İşte, bir tanesi: Mesela, saat ikikırkbeşe ayarlayacağız alarmı,saat üzerindeki kırmızı göstergeyi 2 ile 3 arasında bir yere kondururuz, tabi 3'e biraz daha yakın olur. 15-20 gün istediğin saatelerde uyandırır seni, ama 1-2 ay sonra, saati de kendimize benzetiriz, o Çin işi saat yarım saat bir saat geç çalmaya başlar, zaten bizaman sonra da iyice gevşer, bırakır çalmayı.) Daha ortaokul-lise öğrencisiyiz tabi. Ana-babamızdan izinsiz gece gece kalkıp maçlar izliyoruz; bir yandan da o gizlice iş yapmanın tatlı bir heyecanı var. Annem mesela, gece maç izlediğimi anladığı an, bağırtı çağırtı kopara kopar gelir odasından. Her türlüsünden nasihat eder sakinleştiği anlarda. Baktı ikna edemeyecek, söylene söylene yatağına yurduna döner. İşte bunlar geçiyor kafamdan, bunun sıkıntısıyla yatağımın içinde iki saattir uyanığım.

Televizyon sobalı odada, benim odam ise hemen yanında; tek avantajım da bu, ana-babamın odası nispeten uzak. Hafiften uykuya dalıyorum. Saatin cırlamasıyla birlikte yataktan kolumu fırlatıp tek hamleyle saati etkisiz hale getiriyorum, şöyle etrafa kulak kesiliyorum, duyan uyanan yok. Saat üçonbeş olmuş bu arada, yine kelek yaptı aksi saat. Yorganı sıyırdığım gibi üzerimden, buz gibi bir soğuk titretiyor vücudumu, ama basketbol aşkı işte, okul olsa yarım saatte kalkamam o yataktan... Ayak parmaklarımın üzerinde sobalı odaya doğru yol alıyorum. Ama asıl zor görev şimdi geliyor: Kapı... Sobalı odanın bir kapısı var ki, maaşallah, hiçbir padişaha nasip olmamış, her açılıp kapanmasında apartman sallanıyor, dünya yıkılıp yeniden kuruluyor. Sobalı odanın kapısını ustalıkla kimseleri uyandırmadan kapatmam, abartmıyorum, 40-60 saniyemi alıyor; yani altı üstü bir kapı kapatması değil işte. Ev halkını uyandırmadan görevimi başarıyla tamamlamanın gururuyla sobalı odada gol sevinci yaşıyorum. O kadar seviniyorum ki, bağırmadan sesim kısılıyor, gözlerim doluyor.Soba hala nar gibi. Beko marka televizyonun metal açma tuşuna basıyorum, almıyor ilkinde, bir daha yediriyorum.Yatarken kanalı ayarlamıştım; açtığım gibi Rose Garden'ın parkelerinin parıltısı vuruyor gözüme. Seriliyorum yere. Çekyatların birinden kaptığım kırlenti alıyorum başımın altına. Ve uzun geceler başlıyor."


Biliyorsunuzdur, Cenk ağabeyimizi, hocamızı, yaklaşık birbuçuk ay sonra askere uğurlayacağız, asker yolu gözleyeceğiz sonrasında. Kuşkusuz, bu kısa süreli ayrılış başta yakınları sonrasında da tanıdıkları açısından zor olacak (Cenk hocamla bir kez olsun yüz yüze gelmişliğimiz yok; not olsun bu da).Onun yazılarının verdiği tattan keyiften yoksun kalacağız bir süreliğine, kuşkusuz yanındakiler, yakınıdakiler ise muhabbetinden.Özhan hocam ve Volkan kardeşim blog için büyük çaba harcamışlardır, harcayacaklardır. Onların üzerindeki yük bir kat daha ağırlaşacak bu kısa ayrılışta. Ama Cenk hocamın, ağabeyimin yeri bende çok farklıdır. Daha yüz yüze gelip de iki kelam etmememe rağmen; yazdıklarına hesapsızca serptiği hüzün, kırgınlık, sevinç, hayal kırıklığı, aşk bana samimi gelmiştir, o yüzden Cenk hocam en başta insan olarak çok değerlidir benim için. İşte bu kısadönemde (335. kısadönem), sağolsunlar, Cenk ve Özhan ağbilerimin anlayışı ve onayıyla, blogda oluşması muhtemel basketbol açığını kendimce elimden geldiğince doldurmaya çalışacağım. İnşallah ağabeylerimi, hocalarımı utandırmam. Magic ağırlıklı basketbol olacak önceliğim doğal olarak. Bunun dışında beceribilirsek ordan burdan havadan sudan da yazarız. Ama baştan da belirteyim; çalışan eden bir insan olduğum için de ortadan kaybolmalar olabilir, bunlar da biline.


Yukarıdaki satırları da işte,basketbola nasıl bağlılık duyduğumu gösterme açısından yazdım. Çağlar boyu felsefede, mistisizmde, türkülerde, romanlarda, şiirler ve destanlarda aşk çok tartışıldı. Allah'a olan aşk, böceğe olan aşk, kadına-erkeğe olan aşk... Bizimkisi de böyle garip bir aşk işte. Uzatıyorum, farkındayım, ilk yazı bir de, yoksa uzatacak değildim. Magic hakkında genel görüşümün ne olduğunun bilinmesi açısından şöyle ufaktan bir giriş yapıp yazıyı bitireceğim. Magic için yazmaya başlarken, bir kördüğüm hali mevcutken başlıyorum. Hep beraber göreceğiz önümüzdeki dönemde;Magic bu kördüğümü hiçbir şeye zarar vermeden mi çözecek, yoksa Smith eline makası alıp bağları paramparça edip mi çözecek? Geçtiğimiz yaza girerken ayağımızda şık bir ayakkabı vardı, ancak sezona başlarken daha iyisi olduğunu düşündüğümüz bir üst modelini alıp denedik, bir baktık ki kördüğüm atmışız; daha doğrusu Smith biraderimiz atmış. Smith, anlaşılan o 2000'lerin ortalarındaki cesur ve akkılıca hamlelerinin ardından, ortodoks/muhafazakar bir girişime bulaşayım dedi, nedenini hala öğrenemediğimiz şekilde. Ancak bu skolastik düşünce, artık dünya basketbolunda çok gerilerde kaldı. Dünya Amerika'nın bir zamanlar yazdığı mukaddes basketbol kitaplarına, inançlarına iman etmiyor; başka bir yola daldı basketbol. Smith ise, belki de en kritik karar aşamasını başarısızlıkla, kolaycılığa kaçarak geçti. Carter hamlesinde ,düstur edindiği 'kaz gelen yerden tavuk esirgenmez' ilkesi basketbolun bu aydınlanma döneminde elbette geçersiz kalacaktı ve kaldı da. Artık, tavuklar da birer canlı, yaşayan olduklarını hatırladılar ve kazlara pabuç bırakmıyorlar. Anlayacağınız, Smith bu kümes işinden anlamıyor. Smith'in bu hamlesine benzer hamleler yapan bir çok yönetici gördük, futbolda da mevcut böyle adamlar. Şimdi, bu adamlar böyle yaptıkça, aklıma hep şu gelir: 10-15 sene öncesine kadar evlerimizde uydu yokken, daha doğrusu digiler, smartlar, zartlar, zurtlar yokken, televizyonda kanal sıralaması yapacağımız sıra bire trt, ikiye atv, üçe show, dörde kanal d, beşe star koyardık. Tamamen kalıp bir hareketti o zamanlar, su içmek, araç kullanmak gibi birşey işte: doğal refleks. Ama yöneticilik kuşkusuz bu değil; artık discoveryler, sinema kanalları ve daha onlarca daha nitelikli tv kanalları var. Onların ayırdına varmak gerekir. Neyse, Smith işte böyle bir adam. Zamanında çok sevindirdi bizi, şu sıralar üzmekte. Olsun, yine de buralarda bi işi düşsün; ssk, bağkur, oto alım-satım, uğraşır görürüz işini...


Bundan sonra, inşallah, Cenk hocamızın askerde olduğu dönemde bunların dedikodusunu yapacağız vakit buldukça. Saygılarımla... (Not:Ben de 331.kısa dönem askerlik yaptığımdan geçtiğimiz sezonun % 90'ını kaçırdım,o yüzden yargıda bulunmakta zorlanıyorum, affola.)

Dünya Kupası Yazısı Yazmıyorum

1986'dan beri hatırladığım ve izlediğim 7. Dünya Kupası bu. İzlediğime pişman olduğum ilki ama. Ben bunca senedir böyle kötü futbol oynanan, böyle zevksiz maçların çıkarıldığı, oyuncuların bu kadar kupa atmosferinden uzak olduğu, hakemlerin bu kadar rezil yönetim gösterdiği başka bir Dünya Kupası hatırlamıyorum. evet diğer kupalarda da kötü maçlar izledik, evet diğer kupalarda da ciddi hakem hataları gördük, evet kesinlikle kupaya kafa olarak gelememiş yıldızlara şahit olduk daha önce de ama bu kadar hepsi bir arada olanı beni gerdi arkadaşım. Futbol anlatmaya çalışsan futbol yok, strateji anlatmaya çalışsan strateji yok. Neredeyse bütün hocalar "Aman gol yemeyelim de belki bi tane sıkıştırır arada, çalar gideriz" mantalitesinde. İzlerken zevk aldığım 2 maç Güney Kore-Nijerya ve Japonya-Danimarka maçları. Dünya Kupası'nda futbol kalitesini ve heyecanı yükselten takımların uzakdoğudan çıkıyor olması ise oldukça manidar.

Bu şartlar altında Dünya Kupası yazısı yamayacağım ben. Belki çok ekstrem bir konu olursa "yabancı kalmak" yazısındaki gibi bir tespit yaparsak karalarız bir şeyler ama Jules Rimet'e saygımdan sessiz kalmayı tercih ediyorum. Alın topunuzu oynayın kardeşim.

Salata'ya Yeni Şef

Çoban Salata ailesi olarak 2. yaşımızı bitirdikten kısa bir süre sonra yeni bir şef daha katıyoruz bünyemize. Aslında Çoban Salata'yı özellikle Orlando Magic ve NBA yazılarını takip edenler yeni şefimiz tolga'ya pek yabancı değiller. Onun yorumlarını virgülüne dokunmadan gönderi yapacak kadar değer veriyorduk kendisine. Hayırlısıyla askerliğini yapıp geldikten sonra biz de teklifimizi yaptık kendisine o da kırmadı, kadromuza katıldı. tolga'nın salataları genelde NBA ve Orlando Magic soslu olacak. Katacağı farklı tatlar ve eşsiz yorumuyla salatayı daha da güzelleştirecek kendisi.

Kocaman bir hoşgeldin sana tolga. Yazılarını heyecanla bekliyoruz, zevkle okuyacağımızdan ise kuşkumuz yok.

İyi ki Doğdun Dost!

Bugün çok güzel bir gün, çünkü 26 Haziran. Bugün sevgili dostum, kardeşim, meslektaşım, blog partnerim ve daha bir çok şeyim olan Ozhano'nun doğum günü. İyi ki doğdun! İyi ki varsın! İyi ki tanıştık seninle! İyi ki kaderlerimizde karşılaşmak varmış! Yüce rabbim seni önce ailene, eşine sonra bizlere bağışlasın, bu sevgi, bu duygular, bu güzellik daim olsun ömürler boyu.

Seni tanıyan herkes adına mutlu ve sağlıklı yıllar diliyorum sana. Muazzam bir insansın.

Bu şiir de benden sana gelsin, Allah sana uzun ömürler versin, yanıbaşımızdan eksik etmesin...


Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...
"Nereden çıktın bu vakitte"dememeli,
Bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında;
"Gözünün dilini"bilmeli;
Dinlemeli sormadan,söylemeden anlamalı...

Arka bahçede varlığını sezdirmeden,mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi
Köklenmeli hayatında;
Sen,her daim onun orada durduğunu hissetmelisin.
İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli.
Kovuklarına saklanabilmelisin.
Kucaklamalı seni güvenli kolları.
Dalları bitkin başına omuz,
Yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...
En mahrem sırlarını verebilmeli,
En derin yaralarını açıp gösterebilmelisin;
Gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...


Onca dalkavuk arasında bir tek o,
Sözünü eğip bükmeden söylemeli,
Yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.
Alkışlandığında değil sadece,
Asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli.
Övmeli alem içinde,baş başayken sövmeli
Ve sen öyle güvenmelisin ki ona,
Övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin,
"Hak ettim" diyebilmelisin.

Teklifsiz kefili olmalı hatalarının;
Günahlarının yegane şahidi...
Seni senden iyi bilen,sana senden çok çok güvenen bir sırdaş...
Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin.
Ve sen ağladığında,onun gözünden gelmeli yaş...


Şiir: Can Dündar

25 Haziran 2010 Cuma

Ballack geri döndü


33 yaşındaki modern çağdaş Alman futbolunun yıldız ismi Leverkusen'e geri döndü. Son bir kaç yılda şampiyonluk yarışında istikrarı sağlayamayan kırmızı siyahlı takıma jübilesinden önce bir şampiyonluk yaşatabilecek mi? 2 yıllık imzalamış Ballack. Acaba 2001 ruhunu geri çağırıp Yıldıray'ı da kadroya dahil ederler mi?

24 Haziran 2010 Perşembe

3 Gün Maç mı Olur Kardeşim !?!

6-4, 3-6, 6-7, 7-6, 70-68
11 saat 5 dakika ile en uzun maç
8 saat 11 dakika ile en uzun set (5.set)
181 oyun ile en çok oyun oynanan maç
980 puan ile en çok puan alınan maç (Isner 502 - Mahut 478)
215 ace ile en çok ace yapılan maç (Isner 112 - Mahut 103)
Maçın başlangıcı 22 Haziran 2010 - Bitişi 24 Haziran 2010

Maç Sonrası Isner "Birazcık Yorgunum, ama Mahıt'la oynamak bir onurdu"
Maç Sonrası Mahut "Şu an, çok acı verici ama oynamak harikaydı."

Yabancı Kalmak

Elenen Fransa ve İtalya ile grubundan ancak 2. olarak çıkan İngiltere'yi düşünelim. Nedir bu ülkelerin ortak özellikleri? Ligleri yabancı futbolcu cenneti. Fransa'da o kadar dışarıda oynayan adam var ama demeyin! Çıkar Arsenal'i, United'ı, Chelsea'yi ne oldu? Sıkıntıda dediğimiz ülkenin topraklarında oynayan adamlar bunlar da. Hadi geçtik onları bak Arjantin'e, Brezilya'ya, Slovakya'ya, Uruguay'a, Paraguay'a. Ne var bu ülkelerde? Nerdeyse takımlarındaki herkes ülke dışında, hepsi lejyoner adeta. Farklı ülkelerin, farklı futbol kültürleriyle yoğrulmuş adamlar. Sentezi beceren adam akıllı bir hocayla geldikleri yer belli. Kaç İngiliz, kaç İtalyan, kaç Fransız var (Fransızlar için İngiltere'yi saymıyorum) yurt dışında forma terleten? Bu adamların takımları her sene Avrupa Kupaları'nda tepeye oynuyor. Ama Inter'de, United'da, Chelsea'de, Arsenal'de, Lyon'da kaç yerli isim sayabiliyoruz. Allah aşkına kaç İtalyan vardı Inter Şampiyonlar Ligini alırken ilk 11'de?

Ha tamam cenky anlattın da netice ne, sadede gel diyenler için: Turkcell Süper Ligde bu sezon itibariyle kadrolarda izin verilen yabancı oyuncu sayısı 10! Yurt dışında Milli Takım seviyesinde olup da forma giyen oyuncu sayısını hatırlayan var mı?

Nokta!