Sayfalar

23 Aralık 2010 Perşembe

Bir Orlando Masalı


Takastan birkaç gün önce Kaan Kural Magic için kalemini kırmıştı: İdam… Orlando artık bitti, sezon başında söylemiştim ben, diyordu Güleç yüzlü tombul adam. Açıkçası, Kaan Kural’ın Magic ile ilgili müşahedelerinin tespitlerinin çoğunun isabetsiz olduğunu düşünürüm, ama kalemini kırmadan önce ben de bir kırtasiye dolusu kalem kırmıştım kafamda Orlando için. Keyifsiz bir Magic için elim uzanmıyordu bilgisayarın tuşlarına. 2009 finallerinden sonra Otis’in ve yerel basının fantezilerine kurban edilmişti takım. Orlando’nun bu can çekişir günlerini görüp acıya gark olmak da payıma düşmemişti Allahtan asker olduğum günlerde geçtiğimiz kış. Daha finalde kaybettiğimiz maçın ertesi günü yerel basında çıkan yazı, finale çıkmış bu kadronun yetersizliğinden bahsediyordu. Ve hemşeri dost ilişkileriyle yürüyen işletme mantığıyla, geçen seneki über –gelişmiş kadromuz yerinde bile sayamadı, göt üstü oturdu. Halbuki çimentosu malası temeli çeri çöpüyle üç sezondur hazırlanan bu yapı için biz burada ‘kadro’ kelimesini kullanmıyorduk, ekip diyorduk sahada gördüğümüze. Geçen sene ve bu sezon başı ise sahada gördüğümüz ekip değil, -belki de acayip güçlü- kadroydu. Tabata’yı almak için bilmem kaç milyon dolar verip bir de üstüne Serdar’ı veren takım durumuna düştük, iki dakikalık hazlar tek gecelik ilişkiler için.

2009’un sonunda Lee, Battie ve Türkoğlu ile yataklarımızı ayrı sermeye başladık. Lee’nin ayrıldığı gün, Lee’yi bin tane Carter’a değişmem demiştim. Çünkü Lee, üç sene boyunca Gundy’nin uğraşıp didinip adam ettiği şelale gibi nehir gibi çağlattığı bu takımın akışını hızlandıran hırçın dalgasıydı. Ne dev kütükler ne padişahlar ne komutanlar dalgıçlar tanır bu hırçın dalgalar. İşte o dalgayı o karşındakinin ne olduğunu kim olduğunu umursamayan adamı koparıp aldı Otis zihniyeti bu nehirden, ve resimlerde yada belgesellerde gördüğümüz o sakin sakin estetik bir güzellikle akan nehir haline soktu takımı. İnce narin dalgalar, ama kayalara geldiklerinde ufalanıp parçalanan dalgalar. Zaten sezon içinde yaptığın maçların belki de yarısı mıymıntı maçlar, şov yapmışsın, Carter her hafta bir güzel hareket yapmış ilk on içinde, ama Boston karşısında playofflarda bir iki adam çıkacak da turu geçeceksin. Hani o über kadro: O salary cap’i bu kadronun kağıt üstündeki hoş duruşu için mi aştık? İşte, iki hafta önce Howard ve Gundy isyan ediyor, takım yatıyor, diye. Gundy, Otis ve teknik, idari ekip yuvarlak bir masa etrafında toplanmış öldürdükleri biçtikleri hakir gördükleri o eski ruhu çağırıyorlar. Nba’i çağlar ötesi uzaklıktan takip eden arkadaşım, Shaq’ın şu anki durumunu sormuştu. Ben de ayrıntılı bir izahati gerek görmediğim için- en azından zaman ve enerji kaybı- Shaq’ın artık dünyalığını yapmak için oynadığını söyledim. Desene, o da playstation oyuncusu oldu artık, dedi karşılığında. Otis’in yaptığının en güzel izahatini, tefsirini çağlar gerisi uzaklıktan takipçi olan arkadaşım yapmıştı. Otis, muhtemeldir, 2K11’de Orlando Magic takımının overall’ını yüksek görmek istiyordu, bu hususta hedefine ulaşmıştır diye umuyorum, tebrik ederiz kendisini.

Takımın takaslar sonrası halini ne olabileceğini az ilerde konuşacağım, ama öncesinde Hido’nun bu bir çeyrek seneki durumuna hakkında yapılan eleştirilere falana filana bir bakalım; kurcalayalım bakalım ne olmuş. Geçen sezona gitmeden bu sezon başında Hidayetle ilgili düşüncelerin genel anlamda iki yöne ayrıldığını gördük. Bir kısım; Hidayet’in Toronto sistemine alışamadığını onu anlayan bir oyuncu ekibi ve coach’u olmadığını, bu sene takas olduğu Phoenix’te ise yeteneklerini gösterebileceği umudu taşıyordu. İkinci kısım ise genel oyuncu gidişatının Hidayet için de geçerli olduğunu, artık fizik olarak Hido’nun belirli şeyleri kaldıramadığını ve geri dönülmez bir düşüşe geçeceğini ve bir ‘journeyman’ olarak kariyerine devam edeceğini düşünüyordu. İki tarafın da haklı olduğu kısımlar oldu, kimi fazla iyimser kimi ise çok fazla karamsardı. Gelelim bizim ne düşündüğümüze: Hidayet, gördüğüm tanıdığım tesadüf ettiğim en garip oyunculardan biri. Aşırı duygusal bir oyuncu ama kesinlikle takımın huzurunun bozulmaması için coach’unun anlayışına sadık, amiyane tabirle papazlık eden bir sporcu değil. Fizik kondisyonu artık önlenemez şekilde düşecek demek abartılı olur, zira yazın yapılan Dünya şampiyonasındaki maçta gördük turnuvanın son gününde son maçında çok diri bir Hidayet vardı sahada, belki de takımın o gün en diri oyuncusuydu, hatta ufak bir sakatlık geçirmesine rağmen o maçta, temposunu düşürmemeye gayret etti. Muhakkak, yaşı artık otuzu devirmiş durumda. Yani o atlayan zıplayan koşan eden bir insan göremeyeceğiz, zaten atletik hızlı dış oyunculara karşı her zaman zorluk yaşamıştır, bunu bilmeyen görmeyen yoktur. Ancak, yavaş adımlı daha çok fundamentaline driblingine güvenen oyunculara karşı da ne kadar iyi bir savunmacı olduğunu Atlanta ve Dallas maçlarında Smith ve Nowitzki’ye yaptığı savunmayla kanıtladı. Zaten Hidayet’ten antrenörleri de muhteşem bir birebir savunma beklemiyor, bekleyen hocaların karşılığında ne aldıklarını da gördük, Alvin Gentry gibi. Hidayet için bundan sonra vücudunu zinde tutma vakti gelmiştir. Bu hususta da alabileceği en güzel örnek artık eski takım arkadaşı ağabeyi Grant Hill. Nash’i örnek almasını istemeyiz; zira Nash, yaşlandıkça genç kadınlara olan düşkünlüğü artan herifler gibi kendini kanıtlama çabası içine yarışına giriyor (Tamam Nash, sen en büyüksün, senden yakışıklısı yok). Hidayet bitmemiştir, ama eskiye dönüş de muhakkak ki olmayacaktır, zaten Hidayet de bunların peşinde değil kuşkusuz o takımı için var ve o sahiplenişi iki gece üst üste takımı için g.tünü yırttığı anlarda tekrar tekrar kanıtladı ve ekranlarda izletti bize.

Öncelikle şunu ortaya koymak elzem: Bu takas normal bir takas değil. Yani bir asıl oğlan artı iki üç rol oyuncusu takası değil. Taşlar yerinden oynadı demek hafif kalır, taşlar sallandı şöyle ve epey gürültü kopararak yer değiştirdi. Her ne kadar Gundy’nin oyun planına sadık kalacağız desek de bazen oyuncuna göre setler çizmek durumunda kalırsın yani o taşının mutlu olması için oyun anlayışın içinde rötuşlar yaparsın. Bu açıdan Magic’in aşacağı tırmanacağı ufaklı büyüklü tepeler var. O mutlu etmek için dört döndüğün adamların yerine huyu suyu nazı çok farklı, ne bileyim, suyunu cam bardakta mı içer, dönerin yağlısını mı sever lahmacunun yanına ayran mı ister vb. adamlar geldi. Yani şöyle gelip de usulcuk ses çıkarmadan kenardan izleyim, coach babamdır diyen adamlar değil bu kuyruksuz yıldızlar. Ama Magic çok felaket insanlar gördüğü için zamanında, yani kaprisin allahını gördü diyelim, bunlardan ders almış bir periyot geçirdi ve son dört beş senedir de takıma kattığı sporcularda da buna özen gösteriyor nispeten… (desek de Carter hamlesini görünce, Francis ve Mobley de uykularımı kaçırmaya tekrar başlamıştı, ne saçma günler be)

Gelelim takıma yani ekibe, nasıl oynarına, kimyasına biyolojisine: Hatırlatmakta fayda var; yeni gelenlerle birlikte ilk idmanı Atlanta ve Dallas maçlarını geçtikten sonra bugün yapma fırsatı buldu Magic… Yani panik yapılacak bir durum yok, şanssızlık kafaya oynayan takımlarla oynanan bir döneme rast gelmesi bu kabuk değişiminin. Önümüzdeki iki maç Spurs ve Boston ile. Yani şöyle dememek gerekir, ya da bildiğimiz o gazete başlıklarına aldanmamak gerekir: Magic kan kaybediyor. Tekrarlıyorum: Bu değişiklik anormal bir değişiklik. Ev aynı ev, evin reisi de aynı, ancak çok farklı dünyalar görmüş çok farklı karakterde insanlar taşındı bu eve. Evin işleyişi kuşkusuz değişmeyecek, evin reisi belirleyecek yine her şeyi, ama yeni gelenler hep bir şeyler kazandıracaklar, özveride bulunacaklar. İşte, Gundy’nin de çocuklarında görmek istediği ilk şey özveri. Çocuklarının yeteneklerine büyük saygısı var, ama özverisizlik çaba gösterilmemesi içten içe yiyip bitiriyor Gundy’i. Takastan önceki hafta artık Howard ile beraber bu özverisizliğeydi tepkisi: Savunmada yatanlar var diyordu. Şu anda çok süper savunmacı bir takım mıyız? Kesinlikle hayır. Ama özveri gösterebilecek en azından iki adam kattık aramıza. Bu takım 2 yıl 3 yıl önce savunma istatistiklerinde ligi sallarken, her takımın saezon başında oyun ve transfer politikaları gereği bulundurduğu kobe-stopper, Lebron-Stopper larımız mı vardı? O takım ligin en iyi kayma yardımlaşma savunmasını yapıyordu kuşkusuz, o ekibi mükemmel kılan ruhu vardı o savunmalarda. Belki de ligin birebirde isim isim en kötü dış savunucularına sahiptik. Örneğin, Hido’nun Bryant’ı ensesinden avladığı blok tamamen takım savunmasının eseridir. Hido, dış ve atletik oyuncular için kek bir savunmacıdır. O pozisyonda da Hido kolay geçilmiştir Kobe’ye. Ancak, birincisi geçildikten sonra rakibini bırakmamıştır, ikincisi Howard’ın yardım savunması bu güveni vermiştir ona, üçüncüsü Howard’ın bu jestine rakibini sonuna kadar bırakmayarak jestle karşılık vermiştir. Ve bu jestlerin toplamı takım ruhunu oluşturur. Mesela, rakip tarafından kolay geçildiğinde rakibinin artık yapacak bir şey yok bari kolay sayı yedirmeyelim düşüncesiyle beline koluna sarılınır çoğu kez. Çünkü ona, geçildiğinde arkadaşları tarafından, açığının kapatabileceği hususunda bir his, güven(ce) verilmemiştir. Lakers da bacakları tutmayan Fisher oynayabiliyorsa ilk beş, sebebi ekip ruhudur ekip olabilmedir.

Savunmanın bir takımın nelerini açığa çıkarttığını neleri çıplaklığıyla ifşa ettiğini gördük. Dediğimiz gibi, Atlanta ve Dallas maçlarında öyle olağanüstü savunmalar çıkarmadık. Gayet de doğal karşılıyoruz. Ve bu yeni eklemelere rağmen sonuçta takımın guard savunucusu da Nelson. Zaten bu yüzden son üç dört sezondur da Magic ile oynayan takımların oyun kurucuları kendilerini milli takıma kadar yükseltecek performanslar sergilemişlerdir. Yenilenen kadromuzla beraber şu iki maçta da gördük ki, bu hiç değişmemiş, tahmini çeyrek yüzyıl da değişmeyecekmiş gibi duruyor. Son Atlanta ve Dallas maçlarında umut verici Gundy hamleleri de görmedik değil. Savunmada yatan oyuncu ismine cismine bakılmadan kendini kenarda buldu. Atlanta maçında Joe Johnson savunmasına yeterli gayreti göstermeyen J-Rich’in eline havluyu verdi Gundy. Dallas maçında ise, hücumda alev almaya başladığı sıra J.Kidd karşısında içten yanmaya başlayan Nelson’u bir el şıklatmasıyla kenara aldı. Ayrıca bir Nowtzki savunması sırasında saçma sapan göstermelik bir yardım savunması yapan yada yapamayan Nelson’u da hemen aldığı mola sırasında bir güzel haşladı ki takımın tam yaklaşıp öne geçeceği sıra takımın savunma gayretinin altını oyan bu özverisizliğe de tahammülü olmadığını gösterdi biricik Gundy. Richardson da henüz savunmaya uyum sağlayamamış gözüküyor. Savunmayı değerlendirmek için de henüz erken, o yüzden savunma faslını burada nihayetlendirelim. Muhtemel bu sezon, bu uyum sorunu zaman zaman fena canımızı yakacak, acayip yerlerde patlak verecektir, o yüzden sezon başı Otis’in fantezilediği gibi bir sonuçla da bitiremeyeceğiz belki ama playoff zamanına kadar ateş alırsa bu savunma, bir ‘99 New York yapmak işten bile değil.

Şu iki maç sonrası hücum performansımızdan uyumumuzdan bize çakan ışıklar ise sürpriz değil. Gundy hücumda basit işler yapacaklarını söyledi; temelini ise yine öldürücü picknroll’ler olacak; ki Dallas maçında picknroll’leri eski Magic’e yakın oynadık. Carter’lı dönemde bu perde oyunlarında Carter’ın ‘playstationvari’ bıkkınlık veren bencilliklerini gördük örneğin. Hidayet yaptığı asistlerin yarısını bu pick’lerden yaptı ve kaçan en az üç dört boş sayılabilecek şut da kaçırıldı. Bugün yapılan idman sonrası Gundy, takımın hücumda daha yüzde ellilik oynadığını söyledi(Asıl önemli olanın savunma olduğunu defaatlen ekledi, dilinde ağdalık tüy bitti). Örneğin, bu iki maç sonrası görülen Arenas’ın daha bir hücum setini bile anlayamamış olması. Top elindeyken faciaydı, attığı sayılar ise asistten gelen sayılardı. Pick’ten sonra ne yapabileceğini hiç anlayamamış; şimdilik en önemli en ivedilikle halledilmesi gereken husus bu. Washington’da oynadığının biraz daha hızlısını oynaması lazım burada. J-Rich ise karakteri gereği zaten uyum sağlama konusunda zorlanmayacak olmasının yanı sıra oyun anlayışı gereği Nash’le oynadığının iki katı daha zevk alacağı kesin (Ayrıca Nash ile oynamak bir dış oyuncu için ne kadar zevkli olabilir, konu şüpheli, başka zaman karıştırırız oraları). Bu iki maçta sadece şut kaçırdı, yani ortalama kullandığı 10-11 şutun hemen hiçbiri saçma şutlar değil. Zaten saçma sapan şutlar atabilecek bir takımda değil. Phoenix’te durum şuydu: Nash, içeriyi karıştırır, iki tur atar bir tavaf eder pota altını, beş perde yapılır kendine, sonra ‘creat shot’ denilen asisti verir Richardson’a, o da sallar.Nash’in turlamaktan bıktırdığı ya da yorulduğu dakikalar ise bir iki isolation yapılır J-Rich’e, yine o şut hevesinin gidermesi sağlanır. Ama burada şut sırası yok kesinlike, yani Nelson şu kadar attı, Howard bu kadar attı, sıra bende havası iklimi yoktur Magic hava sahasında. Örneğin, ardı ardına 6-7 hücum Howard’tan oynarız, ama bu durumda Lewis alınmaz, bir buçuk iki periyot şuta bile yeltenmez ama çocuk gibi mızmızlanmaz, yine aynı gayreti gösterir savunmada. Yine o anlayışın oyuncularından Hido, Atlanta maçında sadece 4 şut kullandı, takımı adına. Arenas aynı maçta mal bulmuş mağribi gibi top eline gelmesin, aldığını tepeye ovaya fırlattı. Bir kere yeni gelen kardeşlerimizin bunları öğrenmesi lazım, Gundy baba da bunları öğretecektir kuşkusuz. 2009’da bu takımın en çok şut atan adamı (Lewis) diğer 29 takımın en çok şut atanları arasında sonuncuydu. J-Rich de ortalama maç başı 12 il 15 arası şut kullanablir. Ve ortalama 6-7 şutu bizim hücum anlayışımızdan kaynaklı açık şutlar olursa muhteşem bir verim yakalayabilir Magic ondan. Yani J-Rich oyun tarzı gereği de zaten bu takıma ballı börek gibi gidecek cinsten bir adamdır, şu an kaçan şutlar ya da durgunluğu, hücuma rolüne ve takımın anlayışına alışamaması ve biraz da uçaktan indiği gibi iki gece üst üste maç yapması. Bugünkü idman sonrası da bir boş gün( day-off) isteğini açıklamakta bir beis görmedi. Bu içtenliğiyle de tam da bu takıma gittiğini gösterdi. Earl Clark için de bir iki cümle sarfetmek gerekir, ki Dallas maçındaki gayretiyle de bunu hak etti. Hidayet’in Nowitzki’ye özellikle son çeyrek yaptığı enfes savunmanın gölgesinde kaldı onun savunması da. İkinci ve üçüncü çeyreklerde Nowitzki’ye yaptığı savunma en az Hido’nun ki kadar enfesti. Hatta hücumda da kendi varlığından haberdar ettirdi kendisini 13 dakika oyunda kaldığı süre içerisinde. Gundy onun için geldiğinde kapalı kutu demişti, çok iyi tanımadığını bekleyip göreceğimizi söylemişti. Atlanta maçında Malik Allen’in sakatlanmasıyla Ryan Anderson ve – açıkçası pek bir beklentimin olmadığı bir ışık göremediğim – Orton’un yokluklarında ve Gortat’ın gidişiyle sıfırı gören uzun rotasyonunda kendine doğan şansı hiç de fena kullanmadı. Sakatlardan Allen’ın döndükten sonra salona alınması bile şüpheli, zira Atlanta maçında takımın sayıya en ihtiyacı olduğu dakikalarda bir buçuk metreden kaçırdığı boş şut ve turniklerle tüm Magic taraftarına hayran bıraktırdı kendini! Orton’un da yine bu sisteme en ufak katkısı olamayacaktır, işte gençtir güzeldir kontenjanından arasıra kameralar suratına zoom yapabilir. O yüzden Earl Clark’ın saçtığı bu ziyayı güçlendirmesi lazım; ağabey tavsiyesi.

Giden çok baba adamlar oldu, çoğu kimse sevemese de Lewis delikanlı çocuktu. Gortat ayrı bir hikaye. Yedek bir uzun daha doğrusu Howard’ı yedeklemek için 12-13 dakika sahada kaldığı süre içersinde maksimum verim alabileceğimiz bir uzunu kadroya dahil edeceğimiz bir takas eli kulağında bekliyor, biz de bekliyoruz. Takımda 4 oyun kurucu olduğundan takasın parçalarından biri ya da parçası o da kuvvetle muhtemel sezon başı büyük ümit beslediğim Duhon olacak. Biz onunla birlikte Nelson’dan biraz olsun yakamızı sıyıracağız diye umut ve hedef büyüttük, o da sağolsun g.tünü büyüttü ancak bench sırasında. Antonhy Johnson’un ne günahı vardı dedik, hatta aynı basenler onda da vardı.O yüzden giden olacağı için gidenleri ve kalanları bir sonraki yazıya bırakalım. Gidenlere vefa borcumuzu biraz erteleyelim. Yakında gerçekleşmesi muhtemel takas sonrası takımın vaziyetine bir sonraki yazıda girelim. Kim bilir,-yanılmıyorsam- şafak 25 diyen Cenk Hocam’ın çıktığı güne bomba gibi bir takımdan bahsediyor oluruz?

19 Aralık 2010 Pazar

BEYİN OPERASYONU (RİCHARDSON+ ARENAS +TURKOĞLU+ CLARK = LEWİS+ CARTER+ PİETRUS+ GORTAT)


Dışarıdaydım. Arkadaşlarla efkâr dağıtımına çıkmıştık. Onlar da keyifsizdi bu akşam, bir iki saat oturdum, efkârıma sıkıntıma sıkıntı kattılar, hadi ben uzar, dedim, uzadım eve… Barselona maçı vardı televizyonda; can sıkıntısına depresyona anksiyeteye ilaç bir futbol takımı… Yakında hekim reçetelerine girmesi muhtemel…

Barselona’dan gözleri almak ne mümkün… Oyun duruyor, İniesta oyundan alınıyor, yarım saattir ekranın altından geçen yazıyı yeni yeni idrak etmeye başlıyorum. Hidayet Türkoğlu eski takımı Orlando’da yazıyor, takas yoluyla… Otis Smith, giderken ne dalga geçmişti edilmeyecek laflar etmişti arkasından Hido’nun. Mümkün değil, diyorum. Halbuki, 2009 finallerinden sonra Otis, Carter’lı yeni kadrosuyla bir ‘level’ daha atladık diye şişiniyordu. Cenk hocam da buradan, takımdaki beyin, cerrah Otis’in başarılı operasyonuyla alındı, demişti. O gün bu gündür Frankenstein gibiyiz. Enfes işler çıkartabilecek bir ekip ve coach var, ama nöronlar eksik. Felçli gibiyiz. Bir hafta önce Gundy ve Howard isyan etmişti demeçleriyle. Orlando’da isyan demeçleri verilmesin, ardından olağandışı şeyler olur. Ve nihayetinde patlama şeklinde oldu. Tutarlı olan olmayan yanlarıyla bir sihir(magic) oldu. Sıcağı sıcağına yazıyorum, uzatmayacağım o yüzden. Ve hala idrak aşamasındayım, şaşkınlığındayım…

7 Aralık 2010 Salı

BIKTIRAN MUHABBETLER, KANLA BESLENEN CAHİLLER...




Nur topu gibi bir törenimiz şölenimiz oldu… Önce histerik bir şekilde üzülüyoruz topluca: bu şekil olaylar artık günümüzde yaşanmamalı minvalinde lakırdılar ediyoruz. Bunları yapanları kınıyoruz, sonra mıymıy edip sağduyuya davet çağrıları yapıyoruz… Bir iki gün geçiyor, toplumun kanaat önderlerinden reha muhtarlar, Ahmet çakarlar, Erman toroğlular, şansallar, Selçuklar huzurunda mahkemeler kuruluyor; bu sefer sırayı takip eder şekilde bir gün önce suçlanan ve lanetlenen taraftarlardan sonra zılgıt yeme sırası emniyete, valiye geliyor. Üzülme törenimizden sonra adam asma kelle uçurma törenlerine geçiyoruz. Tipik bir Amerikan pratiği alışkanlığı… 11 Eylülün hemen ertesi gözyaşı korosu, merhamet tavan yapmış, iki gün sonra başka bir kıta kana bulanıyor, bir kişinin adı telaffuz ediliyor bin kelle uçuruluyor. Lafta kan davasına pislik atıyorlar, ancak aynı zihinsel basamakları takip ettikleri için o pisliği kendileri de yemiş oluyorlar bir bakıma: Kelleye kelle isterük… Ben kendimi bildim bileli Reha Muhtar, Erman ya da Şansal Türk futbolu adına gargara yapıp dururlar, bu adamlar belki 30 senedir o köşe benim şu köşe senin köşe kapmaca oynarlar; soruyorum size dostlar: bu adamlar şu gün şu dönem öyle bir laf etmişlerdir ki, şu sorun için şöyle çözümler getirmişlerdir ki hala onun ekmeğini yeriz, diyebiliyor muyuz?

Peki, ne yapar bu karbon suratlı ağabeylerimiz, bilgelerimiz? Önce üzülürler olan bitene, sonra kelle isterler… Beşiktaş- Bursaspor maçı sonrası Şansal Büyüka’nın Volkan için söyledikleri kan donduracak cinstendi. Hiçbir vicdan bu laflar karşısında sessiz kalmamalı. “ para ve maç cezasından da ağır şeyler verilmeli buna” , “maç sonrası arkadaşları otobüste onun suratına bakmamalı, ona selam bile vermemeli” diyor hazretleri. Yani Bursa meydanında, heykelde ipe götürsünler bu adamı demek istiyor ya da üç beş gün yemek verilmemeli, belki aklı başına gelir demeye çalışıyor. Sana soruyorum Şansal ağa: Sen modern çağdaş tipinle bir baba olarak çocuklarını böyle mi yetiştirdin? Senin o doğuştan torpilli kızın bir hata etti diyelim çalıştığı kanalda, ertesi günü kapının önüne konsa ya da aşağılansa hoşuna gider miydi? Yıllardır edindiğin tecrübe bu mu? Yıllardır televizyonda yarım saatte iki cümle kurabildin, bak yarım saatte insan iki cümle kuruyor, şöyle büyük laf edebilecek zaman var, ama adam yıllar geçmesine rağmen gencecik bir çocuğun kellesini istiyor, sonra da olup bitenlere üzülüyorsun, taşkınlık yapanları kınıyorsun. Bu gençlerle ilgili yıllardır geliştirebildiğin tek proje ‘gençlere şans verilmeli’ projesi: büyük aklın mucizesi. İlk hatasında kelle iste, yabancı sayısı lakırdısı et, her akşam alex’i ilah ilan et, sonra geçlere şans verilmeli. Önce o yıllardır oturmaktan fol yaptığın o koltuktan bir kalk da gençler şans bulsun bakalım. Ve bu kalpazan sisteme belden bağlı diğerleri de-kimileri eski kulüp yöneticileri- aynı şekilde her türlü dolap çeviriyorlar, cahil çocukları galeyana getiriyorlar, sonra kafa göz Allah ne verdiyse öldüresiye birbirine giren bu çocukları kınıyorlar, sonra emniyete laf ediyorlar. Emniyet sizin yarattığınız canavarları ıslah etme kurumu değildir. 100 yıl oldu bu ülkeye top gireli, ama bunlar hala o topa bakıp birbirlerine küfür ediyorlar. Şöyle de bir fıkra sokayım araya, belki de çoğunuz biliyorsunuzdur: Erzurum’a ilk kez ayna gelmiş, daha önce gören bilen yok. Adamın biri aynaya bakıyor, ne kadar benziyor bu ölen kardeşime deyip, o gece aynayı yatağına alıyor. Tabi karısı görüyor bunu, aynayı alıp bakıyor ki ne görsün, bir kadın. Şuna bak o…pu’ya benziyor aynı diyor. Kadın kocasının kendini aldattığını düşünüyor, aynayı aldığı gibi muhtarın yanında soluğu alıyor. Muhtar, diyor, kocam beni bu o..pu’yla aldatıyor. Muhtar, alıyor aynayı, ne görsün o da, karşısında bir adam, dönüyor kadına,yenge bu o..pu’dan çok gavata benziyor diyor. İşte bunlar da yirmi otuz yıl oldu, bu aynaya bu topa bakıp karşısındakine küfür ediyor, cahil ilan ediyorlar, halbuki kendilerini ne kadar da güzel tarif ediyorlar…

Bu şoven haller, kafa kırmalar, saldırılar, rakip taraftara takıma ana avrat sövmeler günümüzün yoz kültürünün nadide örnekleridir. Örneğin, gayet iyi bilinir, bir komşu geldiğinde gayet iyi ağırlanır, yemekler bol yapılır, ziyaretçinin birçok hatası hoş görülür ve bunun gibi bizim kültürümüzü yüce kılan birçok unsur, pratik vardır. Ve ziyaretçimize hoş görünmek isteriz. Ülkede yarı yarıya izlenen maçlardan sonra gelinen nokta şudur: gelen rakip takım taraftarının anasına avradına yedi sülalesine düz gidilir. Hem de sosyal duyarlılığının yüksek olduğunu iddia eden gruplar anayla ilgili edilmedik küfür bırakmazlar ve buna da yaratıcılık adı verilir. Daha sonra bir avuç taraftar aşağılandıktan sonra temiz bir dövülür. Türkçesi: sizlere burada yaşam yok. Burası belli bir rengin yeridir, biz çeşitlilik istemeyiz, biz en büyüğüz, ve sizler onursuz şerefsiz varlıklarsınız, biz gururun timsalleriyiz. Bu Türkiye’nin her yerine bulaşmış bir vebadır ne yazık ki. Bu ölümcül virüsü de salanları az önce yukarıda teşhir ettik sanırsam, kanla leşle beslenen bu zümredir bu virüsü yayanlar. Ülkede, doğuya gittikçe daha belirginleşir bu, sınır iki şehir takım ya da taraftarı gösterin bana ki bunlar birbirine düşman olmasın. Dünya da böyle değil mi? Özellikle bu coğrafyaya, 1800ler öncesi Avrupasına bir göz atın savaşları kimler yapmış. Hep kardeş, komşu kavgası. Artık Amerikayı kesmediği için bunlar, bilimsel tekniğin gelişmesiyle beraber nerdeyse hiç görmediğimiz uzaylılara bile düşman kesildik, uzayı bombalamaya hazırlanıyoruz. Kanla beslenen bu Amerikancı zihniyete kimler sahip yukarıda bahsettik.

Bu cahil gençlere kimliklerini tuttukları takımlarla ifade etmeleri öğretilir, iki tane renge aşık olması yeter. Bütün bir hayatı iki renkten ibaret sayarlar. Onlara doğuştan böyle oldukları söylenir. Doğuştan şu takımlı doğarmışız, yok doğuştan delikanlıymışız sünepe kültür söylemleri… Hayır, biz doğarken bebeğizdir, aynı bir solucan gibiyizdir, solucandan hiçbir farkımız yoktur, nasıl solucan takım tutmazsa, biz de doğuştan şu takımlı bu takımlı doğmayız. Damarımızı kessek şu renk akarmış, hayır efendim, damarımızı kessek canımız yanar herkes gibi, diğer takımı tutan dostlarımız gibi, akan kanın rengi umurumuzda olmaz, diğer takımı tutan arkadaştan yardım isteriz hemen. Doğuştan olduğumuz sadece nereli olduğumuzdur, yani türk olur, alman yunan kürt laz Fransız oluruz… İşte bilinçle olmadığımız ya da kendimize bir şey katmadığımız şeyler üzerinden politika yapmak, tavır tutum belirlemek, siyasi hareket edinmek oldukça tehlikelidir. Bugünkü siyasetimizin, sadece bizim değil dünya siyasetinin tıkandığı yer burasıdır. Yani kazandığımız, düstur edindiğimiz bilinçle seçtiğimiz bir hareket üzerinden siyasetin yerini, doğuştan değiştiremediğimiz bir özelliğin siyasi ifadesi almıştır. Hâlbuki ben seçimimle işçi olurum, ya da seçimimle şöyle bir bilinç kazanırım, ya da zulmederim, ona göre kader birliği edilir. Ama siyaset artık ırklar üzerinden dönüyor ve nefes alamaz durumda. Bu taraftar düşmanlığında da durum aynı. Tekrarlıyorum, kimse şu takımlı bu takımlı doğmaz, yani o meşhur tezahürat ırkçılığın surlarında gezmektedir (şuralı olunmaz, şuralı doğulur, şuralı olmayan bilmem neyin çocuğudur), herkes yaşantısına göre kimi çok kimi az bilinçle bir taraf olur. Mesela bu blogun hemen başında Galatasaraylı olmayı ifade eden şu güzel cümleler vardır: “HAGİ'NİN HIRSI, KEWELL'İN YÜZÜNDEKİ GÜLÜMSEME, İLK YARISINI 0-2 ÖNDE KAPATTIKLARI MAÇI 3-2 KAYBEDEN REAL MADRİDLİ OYUNCULARIN ŞAŞKINLIĞI, 5 METREDEN VURDUĞU KAFAYI TAFFAREL'İN NASIL ÇIKARDIĞINI ANLAMAYA ÇALIŞAN HENRY'NİN BOŞ GÖZLERLE ETRAFA BAKIŞI, 1-2'LİK MAÇI SON 10 DAKİKADA 3-2 KAYBEDEN MALDİNİLİ MİLAN'IN SAHADAKİ "N'OLUYOR YAHU" DURUŞU ve 10 KİŞİ KALAN TAKIMIN MÜCADELESİNİ GÖREN ARSENE WENGER'İN YÜZÜNDEKİ ENDİŞEDİR GALATASARAY.” Bu Galatasaraylılığı tarif eden bir cümledir ve duruştur, sen tecrübe edersin badireler atlatırsın yaşarsın, yani olursun ve bu cümledeki unsurları kazanırsın.( Hiçbir takım taraftarı hedefim değildir, lafım cehalete ve ırkçılık benzeri futbol söylemlerinedir.) Yine Beşiktaşlılık duruşu için, ‘popülerin değil doğrunun, moda olan değil erdemlinin, yapmacıklığın değil gerçeğin yanında olan duruştur. 3-5 senelik değil evladiyeliktir.’ diye yazmış bir arkadaş. Ya da kazım Koyuncu Trabzonsporu tutmayı, “"Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti.” diye tarif etmiştir. Yani yaşanmış düşünülmüş ikna olunmuş vicdan muhasebesi yapılmış sonra taraf olunmuştur.

Uzattık epey… Dostlarımdan isteğim kimseye yar etmeden akbabalara leş kargalarına yem etmeden hep beraber el atıp bir olup şu işin altından kalkabilmektir.

3 Aralık 2010 Cuma

Mantalite


Perde 1

Havalar soğuyor yavaş yavaş… Afrikalı sporcuların performanslarıyla ilgili dedikoduların en yoğun olduğu dönem; sporcu dedikse de futbolcudur kastımız… Aslında bu değerlendirmeler de enteresandır. Mustafa Doğan, Ömer Üründül gibilerinin kusmuklarını dinleyen biz zihni tutsaklar, bu kusmukları gelip spor(futbol) muhabbetlerimizin en tatlı yerine sokuşturuyoruz: O yemeği mide kaldırmaz oluyor artık. Yani, gençler, demek istediğim, fizik kimya bilmiyoruz, pratik bir zihnimiz de yok hani, bir üretimimiz yok; ama futbol kadar basit ve çırılçıplak bir oyun hakkında fikir üreten yerlerimize giden damarlar da mı tıkalı? Ağzımıza dilimize zihniyetimize pelesenk olmuş mesela; Afrikalıların mantaliteleri düşükmüş geriymiş, o yüzden üç beş maç oynar sonrasında da yatarlarmış. O beğenmediğin Afrikalı aramıza karıştıktan iki üç gün sonra senden benden akıcı konuşur, biz çok bilmiş beyazlar memleketin en iyi okullarında okuyanı dahil on sene İngilizce dersine gireriz saatlerce, durumu olan yurtdışına gezmeye gider, ama yine anadol motoru gibi takılır ederiz; ayrıca memlekette ev araba alıp, üç gecenin ikisi hovardalık yapan turist futbolcuların kaç kelime anlayabildiklerini bilir hatırlarsınız, hayali geniş gençler. Başınıza taş kadar mantalite yağsın, ntvspor’da trt’de televizyonun önünde bizi hayran bırakan mantaliteler, işte futbolun tanrıları, konfüçyüsleri. Alın onlar sizin yerinize düşünüyor konuşuyor.

Bu kış televizyonları sadece iki saatliğine, yani yeşil veya nerede oynanıyorsa o oyun, o alan görüntüde olduğu saatler açık tutalım ve tekrar hayata dönelim. Kış mevsimini düşünelim, çalışan insanları, emeğiyle alın teriyle geçinen insanları düşünelim. Sporcuyu da kışın çalışan işçiler olarak düşünelim. Kışın kıçına şort geçirmiş, dize kadar incecik çorabını çekmiş, soğuktan üstüne giydiği ince formanın kollarını üşüyen ellerini ısıtmak için avucunun içine almış ve birilerini mutlu etmek için o halde orada olan işçiler olarak düşünelim. Bırakalım maç sonralarını; maç öncesinin o ısıtan tatlı hayallerini kuralım. Maç sonu her tarafından vıcık vıcık mantalite akan oturdukları yerde buda heykeli gibi duran adamların o çağ atlatacak fikirleri varsın onlara kalsın, onlar çağdaş çağ üstü olsun. Genç bir futbolcu Tevez; genç futbolcuların şımarıklığı kendini beğenmişlikleri, futbol dünyasının kirli ahlaksız yapısallığı yüzünden artık futbol oynamak istemediğini söylüyor. Peki, eli kalemden daha çok penisini tutmuş bu genç çocukları kim şımartıyor, ya da bu ahlaksız futbol dünyasının bireyleri olan, tvlerde gördüğümüz yine eli kalemden daha çok penisini tutmuş spor yazarcıklarını ağzı açık kimler dinliyor? Kışın; inşaat işlerinin durduğu, bu işten ekmek yiyenlerin biriktirdikleriyle geçindiği, dilenciler için boş yada aceleyle sıcağa koşan insanların doldurduğu sokakların kazançlarına balta vurduğu ve işlerin düşmemesi için esnafa roller kestiği, giyim kuşamcıların her mevsim dönüşümlerinde olduğu gibi deli paralar kazandığı, restoranların kaffelerin dışarıdaki masaları artık içeri aldığı umurunda değil bu adamların, bir de böyle Freud, Fanon, Jung edasıyla çok derinlemesine psikanalitik çıkarımlar yaparlar, Afrikalı sporcunun mantalitesine dem vururlar. Gören de beş sosyoloji tezi vermiş, uluslar arası dergilerde sayısız makaleleri çıkmış sanır. Şenol Güneş futbol filozofudur kuşkusuz, sakin ve efendidir, ama bunların Haşmet ve Hıncal adlı olanlarına da bir röportajında iyi giydirmiştir. Merak eden bilmeyen araştırıp bulabilir. Güzel bir sözü vardır: bunlar madem o kadar aydınlar; aydınlık veriyorlar demektir bunlar, bari şu ışığı gözümüze değil de önümüze tutsunlar, biz de önümüzü görmüş oluruz, aydınlanırız. Işık böceğinin verdiği ışık basit bir oksitlenme olayıdır ve dişisine/erine yaptığı bir gösteri olarak kabul edilir bu ışık. Yani soyunun devamı gibi doğal bir amacı vardır bu davranışın. Mantalite yığını bu göbek suratlı arkadaşlar, inanın ne bu böcekler kadar bir ışık yayabilirler, ne bu kadar basit bir ışık/fikir üretecek zihniyete, fikriyata sahiptirler ne de doğallıkları vardır yaptıkları şeyin. Zaten geldikleri nokta da, alt olur üst olur alır fark atar muhabbetidir, yani basit bir devredeki 1 ve 0 lardır. Hâlbuki mantık bağımsızlık yoluna çoktan girdi zannediyorduk…

Perde 2

Cenk hocamın uyarısı isabetli oldu… Açıkçası, bloga başladığım dönemle birlikte benim de yeni işime başlamam hem motive edici oldu hem de zorlu. Uzun aralar veriyorum, bundan dolayı çok özür dilerim Cenk hocam ve herkesten. Hocam uyarmasa yazmayacaktım belki bunu da ama, biraz utandım… Vaktimin darlığı epey zorluyor beni. Yani bir taraftan işim, bir taraftan yoğun okuma pratiğim etütlerim, gece gece maçlar, bir de kısa yazmak istemeyişim( birçok yazı yarıda bırakılıp, windowsun karanlıklarına kuyularına atılmış) …

Bu yüzden ailemi neredeyse silip attım hayatımdan. Neyse, burası ağlama duvarı değil kuşkusuz. Sadece, kendi tarafımdan bu kadar uzun aralar vermemin nedenlerine ufaktan laf arasında değinmekti. Cenk hocamın heyecanını, askerliğini yeni halletmiş biri olarak hala hissedebiliyorum. Cenk hocasız buralar zar zor dönüyor, gözlerimizi dört açtık kaptan gelene kadar dümeni zor bela rotada tutmaya çalışıyoruz.

Ağlamayı keseyim burada… Yakında basketbol ağırlıklı bir yazı yazacağım… Böyle de dönmüş olayım bloga…

28 Kasım 2010 Pazar

49 Gün Kaldı

Sevgili Çoban Salata Dostları,

Bilenler biliyor Ağrı'da Piyade olarak yapıyorum askerliğimi. Dolayısıyla askere geldiğimden beri bloga katkıda bulunamıyorum. Çok ksa sürelerle çarşıya çıkabildiğim için çoğu zaman son gönderilere bakmakla yetinmek zorunda kalıyorum. Giderken 3 arkadaşıma emanet edip gittiğim, evladım yerine saydığım blogun güncelliğini ve arkadaşlarımın katkılarını görünce ise tam anlamıyla şaşkınlığa uğramış durumdayım. Hadi yoğunluğu, sıkıntısı olanı biliyorum da diğerleri ne yapar, ne eder, nerededir, insan merak ediyor. İnşallah 49 gün sonra bitecek olan askerliğimin akabinde blogu ciddi değişikliklerle tekrar güncel bir hale getirip ayağa kaldıracağız. Umarım eskisinden daha iyi, şu ankinden ise ışık yılı uzakta olacak blogun yeni hali. Yeter ki Allah sağlık versin.

Bizi hala inatla ne var ne yok, acaba yeni bir gönderi oldu mu diye takip eden arkadaşlara da sonsuz teşekkürler. Hakkınız ödenmez. 49 gün sonra Yaradan'ın iziyle görüşebilmek dileğiyle. Tüm sevdiklerime kucak dolusu, hasretle bezenmiş öpücükler Ağrı'dan...

cenky
Evladına sahip çıkan baba formatındaki, zorunlu piyade, blog kurucusu ve yazarı

30 Ekim 2010 Cumartesi

Özlemişim böyle takımı


Ali Sami Yen'deki son maçlardan biri daha geride kaldı. Lige iyi başlayamamıştık ancak son iki maçta oynanan futbol ve bir çok sakata karşın alınan 4 puan bir şeylerin yoluna girdiğini göstermekte sanki. Hele de orta sahada savaşan zaman zaman da dövüşen bir Galatasaray olduğunu görmek buna işaret gibi sanki.

Maçın başında Kadıköy'deki baskıyı yine gördük. Harika bir baskı kuruldu ileride ve Antalyaspor kitlendi bir şey yapamadı. İlk 10 dakika böyle geçtikten sonra biraz daha ortaya taşındı maç. Bu sırada maç öncesi dediğimiz gibi gelişmeler oldu ve Misimovic'in hızlı ara paslarına Pino ve Sabri müthiş hareketlendiler. Paslar golle sonuçlanmadı ama olsun. Pino'nun muhteşem deparlarını görmek bile heyecan kattı.

İlk yarı adına kilit dakika 17 idi. Antalyaspor'un yarı-organize atakları sonucunda Tita çok iyi vurdu ancak Ufuk aynı güzellikte cevap verdi Brezilyalıya. Genç kaleci o pozisyonda o refleksi gösteremese belki de sonuç böyle olmayacaktı.

Defansta iyi kapanan Galatasaray yine hızlı ve derin paslarla gol aramaya devam ediyordu ki 30. dakikada Misimovic'in herkesin uyuduğu anda arkaya kaçan (sanırım) Pino'ya attığı pas ilüzyon gibiydi. Sanki Pino'yu da topu da Misimovic ayakkabısının topuğundan çıkarıp oraya koymuştu. Nefis pas yine golle sonuçlanmadı ama ardından gelen korneri golle sonuçlandırmak şaşırtıcı oldu. Yıllardır adam gibi bir golümüz yoktu kornerden! Bir tak pas, bir tak da kafa şutu ve gol. Daha dün Bayern Münih maçını izledim ve ilk iki golünü kornerden buldu Bayern. Sonra zaten rahatladı. "Hiç bir şey yapmıyorsan kornerden gol at be kardeşim" dimi?? Sonunda bu da oldu. Bir şeyler değişiyordu valla. Çok geçmedi bir gol daha geldi Sabri'nin ortasını iyi uzaklaştıramayan defansın vuruşu Pino'ya pas oldu ve şu çocuk gol attı da ben de rahatladım. Maksimum 5 yıl önce menajerlik oyununda keşfettiğim bir yeteneğin neler yapabileceğini az çok tahmin eden biri olarak sabırla bu günü beklemiştim sanki. Pino daha güzellerine layık. Onları da atacak. İlk yarının en üzücü olayı tabi ki formunu yakalamış Serkan Kurtuluş'un sakatlanması oldu.

İkinci yarıya biraz geri çekilmiş olarak başladık. Antalyaspor'un baskılarına iyi dayansak da yenilen golde şaşkınlık dizboyuydu. Hala düdük çalmadan maçın durmayacağını öğrenemeyen oyuncular yüzünden yenen gole bir de şu açıdan bakalım. Ortada bir otorite var. Ve otoritenin-hakemin kararlarına karşı çıkabilecek bir halk-oyuncular topluluğu. Oyuncular muhtemelen "biz halk olarak ayaklanıp imza toplarsak karara itiraz edersek dediğimizi yaptırabiliriz" diye düşünüyorlar böyle pozisyonlarda. Ancak ne yazık ki futbol bu yönüyle çok totaliter. Siyahlar içindeki adamlar ne derse o oluyor. Ufuk ne yapsa yapsın golü çıkaramıyor. Ben biraz heyecanlanıyorum. Çünkü 2-1 her zaman tehlikeli skordur. Ve Galatasaray da ikinci yarıda bildiğin oyundan düştü ya. Tabi iki kişinin birden sakatlanması hiç hoş olmadı. Serkan'dan sonra da Hakan Balta'nın sakatlanıp çıkması hoş değildi. Hagi'nin elini kolunu bağladı. Atağa dönük tek değişiklik Emre Çolak olabildi.


Son iki maçta elinden geleni yaparak formasına ve üst düzey maç temposuna alışmaya çalışan Emre Çolak oynadığı son 20 dakika boyunca mükemmel işler çıkardı diyemeyiz tabi ki. Ama henüz kendini ve oyun tarzını bulamadığını görüyoruz. Yavaş yavaş hangi pozisyonda ne yapması gerektiğini anlayacak ve Arda takımdan ayrılınca güzümüz onu aramayacak. Henüz çok cılız Emre. Biraz güçlenmesi ve aklını kullanması gerek. Bunları geliştirebilecek yaşta ve önü açık bence. Fazla abartarak eleştirmeyelim çocuğu.

Maçın son 10 dakikasında bildiğin koptuk oyundan. Ancak olursa uzun toplarla Pino'nun deparlarıyla çıkabildik ileri. O da bir yere kadar sonuç verebilirdi. Yorulana kadar. Sonuç için diyecek pek bir şey yok. Taffarel vari bir cevap verelim bitsin bu uzun yazı: "3 points. Çok güiiüziiiel!!"